İki haftadır Amerikan kaynaklarında “Ekonomik krizin en ağır döneminin atlatıldığı, toparlanmanın başladığı” propagandası yapılıyor. Bu sitede krizin oluşumu ve niteliği hakkında üç yıldır yazdıklarımı izleyenlerin bu propagandayı gülümsemeyle karşıladıklarını tahmin etmekle beraber, çok geniş bir cephede ve çok yüksek şiddette yürütülen bu kampanyanın az da olsa kafa karıştırması mümkün; dolayısıyla bu konuya kısaca değinmekte yarar var. Önce kampanyanın ne kadar dayanıksız malzemeyle yürütüldüğünü küçük bir örnekle görelim.
Geçen hafta ABD’de açıklanan Nisan ayı istihdam verileri ABD kaynaklarının “Kriz sona eriyor!” kampanyasında önemli bir kanıt olarak sunuldu: Mart ayında 694 bin kişi işsiz kalmışken, Nisanda işsiz kalanların sayısı “yalnızca” 563 bin olmuş, bu da ekonominin dipten dönmeye başladığını göstermekteymiş!
Bu iddiaya karşı söylenecek ilk söz şu: Bir ekonomik kriz sürecinde istihdamla ilgili her değişken kesintisiz biçimde daima hep daha kötüye doğru mu gider? Amerika’da ekonomik krizin devam ettiği hükmünü vermemiz için her ay daha büyük sayıda insanın mı işsiz kalması gerekmektedir? Meselâ ABD’de bir yıl önce 146 milyon olup halen 141 milyona gerilemiş olan ücretli çalışan sayısı 10 milyon kişi daha azaldıktan sonra orada sabit kalsa, sonraki aylarda kimse işini kaybetmedi diye “Amerikan ekonomisi krizden artık çıktı, çünkü işsiz sayısı artmıyor” mu diyeceğiz? Elbette hayır, çünkü artık işsizlik daha fazla artmıyor olsa bile bu ekonomide işgücü % 10 azalmıştır ve daha önce ücretiyle tüketim yaparak ekonomi çarkına omuz veren, fakat bu süreçte işini kaybetmiş olan 15 milyon kişi işsiz olarak evinde oturmakta ve harcamalarında yaptığı kesintiler ve ödeyemediği borçlarla ekonominin çarkına çomak sokmaktadır; dolayısıyla kriz devam etmektedir. Bu sebeple, işsiz kalan sayısının değil bir ay gerilemesi, aylar boyunca gerilemesi bile tek başına krizden çıkışın başladığına delil olamaz. (Bu arada, gerçek bir ekonomik kriz sürecinin istihdam dahil ekonominin çeşitli cephelerinde nasıl geliştiğini ayrıntılı olarak kavramak isteyenlere 1929 dünya krizini incelemelerini tavsiye ederim.)
Öte yandan bu veri üzerinden yürütülen propagandayı çürüten, çürütmenin ötesinde gülünçleştiren başka bir durum da söz konusu. Krizin ABD’de reel ekonomiye gerçek anlamda yansımaya başladığı 2008 yazından itibaren açıklanan aylık işsiz kalan sayılarına bir göz atınca şu tabloyla karşılaşıyoruz: Ağustos 640 bin, Eylül 42 bin, Ekim 629 bin, Kasım 255 bin, Aralık 632 bin, Ocak 508 bin, Şubat 851 bin, Mart 694 bin. Görüldüğü gibi bu 8 aylık dönem boyunca Eylül, Kasım, Ocak ve Martta da işsiz kalanların sayısı önceki aya göre azalmış. Buna rağmen bu durum Amerikan ekonomisinde krizin sonuna gelindiğine, büyümenin başladığına işaret etmemiş, kriz her ay daha da derinleşmiş. İşin daha da ilginç tarafı, işsiz kalan sayısının önceki aya göre düştüğü bu dört ayda Amerikan devletinin ve Wall Street’in propaganda makinalarının buna dayanarak bir “Kriz bitti” kampanyası başlatmamış olmaları. Yakın geçmişte tenezzül edilmeyen bu kadar ucuz bir bir propaganda kampanyasının iki hafta önce başlatılması ise ABD yönetiminin ekonomide gördüğü tablo karşısında artık dehşete düştüğünü ve paniğe kapıldığını göstermektedir. Tabii bana kalırsa ne kadar paniğe kapılsalar azdır...
Daha önceki yazılarımda da vurguladığım gibi, bu kriz dünya devletleri arasındaki güç dengelerini köklü olarak değiştirecek, bu arada ABD’nin süper güç konumuna da son verecek bir sürecin başlangıcı. Kriz bütün ülkelerde tahribat yapacak, bütün insanlığa ızdırap verecek. Ama hem ekonomik, hem de siyasî olarak krizden en büyük kayıpla çıkacak ülkenin ABD olması çok muhtemel. Bu yüzden kriz süreci boyunca yukarıdakine benzeyen propaganda kampanyalarıyla daha çok karşılaşacağız. Finans piyasalarını yakından izlemek durumda olan karar vericiler bundan sonra Amerikan medyası tarafından dünyaya pompalanacak “iyi” haberlerin gerçekten iyi haber mi, yoksa propaganda mı olduğunu kısa sürede ve düzenli olarak öğrenmek istiyorlarsa, başvuracakları güvenli adresin Haftalık Ekonomik Yorum olduğunu hatırlatayım. Ancak “Kriz ne zaman bitecek?” sorusuna genel bir cevap olarak da şu kadarını belirteyim: 1980’lerde ABD Başkanı Reagan Amerikan ekonomisini bugünkü felâket tablosuna götürecek yapısal değişimleri başlattığında ABD’de % 12 gibi gelişmiş bir ülke için makûl sayılacak bir tasarruf oranı vardı. Amerika’yı sermayesinin ve doların gücüyle üretmeden tüketen bir ekonomiye dönüştürmeye başlayan bu süreç boyunca tasarruf oranı sürekli olarak düştü, böylece Amerikan ekonomisi 1990’lara % 7’lik, 2000’lere ise % 2’lik bir tasarruf oranıyla girdi. 2001 resesyonundan çıkabilmek için şişirilen, mortgage-gayrimenkul merkezli son finansal balon döneminde Amerikan hanehalklarının tasarruf oranı negatife döndü. Dolayısıyla 2005 yılından başlayarak geçen yıla kadar ortalama Amerikan ailesi banka kredileri sayesinde kazandığından daha fazla harcamaktaydı. Bu anormal gelişmenin diğer cephesi de Amerikan ekonomisindeki borç stokunun (Yalnızca kamu borcu değil, aklınıza gelebilecek her türlü borçlanma) daha önce hiçbir ekonomide görülmemiş boyutlara tırmanması oldu. ABD ekonomisi 1980’lere % 150 düzeyindeki bir toplam borç/GSMH oranıyla girmişti. Geçen yıl bu oran % 360’a ulaşarak dünya rekoru kırdı.
İşte bu iki istatistiği izleyebilirsek bunlar bize ABD’de krizin gerçekten ne zaman bittiğini haber verecektir. Şöyle ki: ABD’de tasarruf oranı % 15 civarına ulaşıp uzunca bir süre orada kalarak toplam borç/GSMH oranını % 150 civarına gerilettiği zaman ABD’nin ekonomik krizi bitmiş demektir. ABD’de üç dönemdir süregelen ekonomik daralmanın ardından bu cephede ne boyutta bir toparlanma olduğunu merak edecek olursanız onu da söyleyeyim: Şimdilik Amerikan hanehalklarının tasarruf oranı ancak % 3’lere çıkabildi, yani Amerikalıların üretmeden ve kazanmadan bol bol tüketim yaptıkları 25 yılın faturasını ödemek için daha gidecekleri çok yol var.