Hükümetin, büyük sermayenin ve medyanın Türk halkını Türkiye’nin dünya krizinden nispeten daha az etkileneceğine inandırmaya çalıştıkları bir dönemde, 21 Ocak 2009’da yazdığım “Dünya Kaosa Giderken Notlar” başlıklı yazımda 2008 sonbaharına ait sınaî üretim verilerinden yola çıkarak Türkiye’nin reel ekonomi bakımından krizden en ağır etkilenen ülke olduğunu yazmıştım. O tarihten bu yana çeşitli ülkeler için açıklanmış olan millî gelir verilerine bakarak bu iddianın ne kadar geçerli olduğunu araştıralım. Bazı önemli ülkelerin millî gelirleri 2008’in dördüncü çeyreği ve bu yılın ilk çeyreğinde aşağıdaki oranlarda daralmış: Krizin merkezi ABD’de % 6.3 ve % 6.1, krizden finansal olarak en ağır etkilenen ikinci gelişmiş ülke olan İngiltere’de % 2 ve % 4.1, ihracatçı gelişmiş ülkelerden Almanya’da % 1.7 ve % 6.7 ve Japonya’da % 4.3 ve % 8.8.
Şimdi de gelişmekte olan ülkelere göz atalım: Döviz kurunu düşük tutarak ihracatla büyümeyi seçen gelişmekte olan ülkelerin en önemlisi olan Çin bu iki dönemde de büyümeye devam etmiş: % 6.8 ve % 6.1. Büyüme stratejisinde Çin’e göre iç pazara daha çok önem veren, ancak döviz kurunu da rekabetçi düzeyde tutmayı ihmal etmeyerek ihracatla da büyüyen Hindistan da bu iki dönemde sırasıyla % 5.3 ve % 5.8 oranlarında büyümüş.
Haydi bu iki örneği çok farklı siyasî konumları sebebiyle bir yana bırakalım ve sosyo-ekonomik gelişme düzeyi ve yakın tarihte uygulanan ekonomi politikaları bakımından Türkiye’ye çok benzeyen, sıcak para dünyasında da Türkiye ile aynı kategoride değerlendirilen bir ülkeye, Brezilya’ya bakalım: Bu ülkede millî gelir 2008’in son çeyreğinde % 3.6, bu yılın ilk çeyreğinde % 1.8 gibi ılımlı oranlarda daralmış.
Türkiye’de gördüğümüz tablo ise bunların hepsinden çok daha kötü: 2008’in son çeyreğinde % 6.2’lik, bu yılın ilk çeyreğinde ise % 13.8’lik daralma. Çeşitli gelişmişlik düzeylerini ve büyüme stratejilerini yansıtan yukarıdaki yedi ülkenin hiçbirinde Türkiye’dekine yaklaşan boyutta bir ekonomik daralma olmadığı gibi, bunlardan iki tanesi krize rağmen büyümeyi başarmış. Daha geniş kapsamlı bir tarama yapacak olursak, Türkiye ile ekonomik anlamda karşılaştırılması mümkün olmayan, Türkiye’nin bir ili boyutundaki bir iki Baltık mikrodevleti dışında dünyanın hiçbir ülkesinde krizin millî geliri Türkiye’deki kadar daraltmadığını görüyoruz. 21 Ocak gibi erken bir tarihte Türkiye’nin krizden en ağır etkilenen ülke olduğu tespiti yaparken maalesef yanılmamışım.
Türkiye mevcut dünya krizini meydana getiren süreçlerin merkezinde yer almadığı halde neden krizden en çok etkilenen ülke olmuştur? Bu elbette iş dünyasının, iktisat camiasının, siyaset kurumunun, medyanın ve bütün ülkenin uzun uzadıya tartışması gereken bir konu, daha doğrusu gece gündüz tartışılması, didik didik edilmesi gereken bir numaralı konu. Gelgelelim Türkiye’de bu konuda tam bir ölüm sessizliği hâkim. İktidarı, muhalefeti, bürokrasisi, büyük sermayesi ve medyasıyla Türkiye’ye yön veren güç odakları Türkiye’de gizli iktidarı hangi hukuk ve demokrasi dışı oluşumların elinde tutacağı konusunda birbirlerini yerken, Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bu ekonomik felâketi suskunlukla geçiştirme konusunda tam bir ittifak ve dayanışma içindeler.
Bu ittifakın sebepleri açık. Türkiye’nin krizden en ağır etkilenen ülke olmasının sebebi de, 2001 krizinden sonra 2003-2007 arasındaki olumlu dünya konjonktürüne rağmen ancak dış borcunu ve ithalatını rekor düzeyde arttırarak büyüyebilmesinin sebebi de, büyümeye rağmen çalışan kesimin kazancının hiç artmamasının sebebi de Türkiye’de 2000 yılından beri uygulanan aşırı değerli TL veya düşük kur politikasıdır. Bilindiği gibi bu politika Türkiye’ye IMF tarafından tarafından dayatılmıştır ve 10 yıldan beri Türk ekonomisinin sürünmesine yol açan bir demir pranga görevi yapmaktadır. Bu sebeple Türkiye’nin neden krizden en ağır etkilenen ülke olduğunun tartışılması doğrudan doğruya IMF’nin Türkiye üzerindeki sultasının tartışılmasına dönüşmek durumundadır. Bu ise bürokrasi, iktidar ve muhalefetiyle siyaset esnafı, TÜSİAD ve onun medyası için tabudur, çünkü IMF demek ABD demektir. Türkiye’nin IMF tarafından içine itildiği acınacak durumun tartışılamamasının, eleştirilememesinin birinci sebebi budur.
Sessizliğin ardındaki ikinci sebep, ben 2002 sonlarında TL’nin yeniden aşırı değerlendiğine dikkat çekmeye başladığımda fazla etkili değildi, fakat son yıllarda döviz kuru politikasının tabulaşmasında bu etken daha ağır basmaya başladı. Bu etken Türk özel sektörünün taşıdığı ağır dış borç yüküdür. 2002 yılından bu yana Türk özel sektörünün dış borcu 45 milyar dolardan 175 milyar dolara tırmanmıştır. Bu gerçekten dünya tarihinde eşine az rastlanacak bir borçlanma temposudur ve bu durumun ortaya çıkmasında özel sektörü bu konuda hiç uyarmayan, bilâkis bu süreci teşvik eden AKP hükümetinin de büyük sorumluluğu vardır. Türk ekonomisi bu dönem boyunca daima dış açık vermiştir, dolayısıyla ülkenin veya bir bütün olarak özel sektörün borçlarını geri ödeme gücü yoktur. Dolayısıyla bilançosunda büyük bir dış borç yükü bulunan, fakat genel toplamda net döviz kazancı olmayan özel sektörün kurların yükselmemesi için dua etmekten başka yapacağı bir şey yoktur. Tabii medyanın büyük sermayeyle iç içe olması yüzünden döviz kurunun gerçekçi bir düzeye çekilmesi tartışmaları medyada beş altı yıl önce kırık dökük de olsa yer bulabilirken bu konu son yıllarda tamamen tabu haline gelmiştir. Ne var ki sansürle veya başını kuma gömmekle gerçeklerden kaçılamaz. Herkes şunu iyi bilmelidir: Türkiye’nin dış borç meselesinin orta vadede sadece iki çözüm şekli vardır: Türkiye’nin dış borcu ya günün birinde dış güçlerden bağımsız bir hükümet tarafından yeniden yapılandırılacaktır, ya da krizin bir aşamasında ortaya çıkacak yeni bir finansal çalkantıda dış borcun büyük bölümü kısa sürede Türkiye’yi terk edecek, tabii bu arada Türk özel sektörünü de darmadağın edecektir.
Şimdi düşük kur politikasının Türkiye’nin krizle mücadele etmek için yaptıklarını veya yapabileceklerini nasıl baltaladığını iki somut örnekle görelim. Bize bugün Türkiye’nin ne yapamayacağını göstercek birinci örneğimiz Brezilya’dan... 70’li ve 80’li yıllarda Brezilya Batı ülkelerindeki solcular tarafından Amerikancı askerî diktatörlükler tarafından yönetilen, bağımsızlığı sözde kalmış, zavallı bir uydu ülke olarak tasvir edilirdi. O zamanları bilemem, fakat 2002 yılında bir inceleme gezisi için Brezilya’ya gittiğimde en azından ekonomi yönetiminin Türkiye’ye göre IMF ve ABD’den çok daha bağımsız olduğunu gördüm. Brezilya’nın IMF ile ilişkisi Türkiye’de olduğu gibi IMF’nin emir ve talimatlarının yerine getirilmesi şeklinde yürümüyordu; Brezilya birçok konuda IMF ile tartışıyor ve IMF’nin her dediği kabul edilmiyordu. Bunun önemli bir sonucu şu oldu: 1990’larda IMF’nin telkiniyle Türkiye’ye benzer şekilde enflasyonu düşürmek adına döviz kurunu düşük tutan Brezilya’da 1997’de Uzakdoğu’da başlayan küresel sıcak para krizine bağlı olarak kademeli bir devalüasyon oldu. Ecevit, Bahçeli ve Yılmaz üçlüsü 94, 98 ve 2001 devalüasyonlarından hiç ders almadan 1999’da yeniden IMF’nin kucağına koşarken Brezilya bunu yapmadı ve 1999’dan sonra döviz kurunu mümkün olduğu kadar rekabetçi düzeyde tutmaya çalıştı. Bu sayede Brezilya azgelişmiş ülkelere Amerikan sıcak parasının sel gibi aktığı 2003-2007 döneminde bile cari hesabını genel olarak dengede tutmayı başardı ve Türkiye’nin şu anda içine girmiş olduğu çıkmaza düşmedi. Son iki dönemde Türkiye %6.2 ve % 13.8 küçülürken Brezilya’nın yalnızca % 3.6 ve % 1.8 küçülmesinin ana sebebi budur.
Dış dengesinin nispeten sorunsuz olması sayesinde Brezilya mevcut krizle başa çıkmak için son zamanlarda sıradışı sayılabilecek cesur bir adım attı ve iç talebi kalıcı olarak canlandırmak amacıyla asgarî ücrete zam yaptı. Elbette bunun dünya piyasasında rekabet açısından belli ölçüde olumsuz etkisi olacaktır, ancak dış talebin her halükârda düşük kalacağı bir ortamda bu tedbirin iç talebi arttırmak açısından sağlayacağı kazanç muhtemelen daha fazla olacaktır. Türkiye gibi ortalama gelirin düşük olduğu ülkelerin Batıdan gelen talebin önemli oranda azaldığı mevcut ortamda bir defalık harcama paketleri yerine böyle bir tedbire başvurmaları daha uygundur, ancak ne yazık ki Türkiye’nin şu anda bunu yapabilmesi mümkün değil, çünkü TL hâlâ o kadar aşırı değerli ki, ilk çeyrekte ekonomi % 14 daralsa da cari açık vermeye devam etti. (Şunu da belirteyim ki, ilk üç ayda ortaya çıkan USD 1.4 mia.lık cari açık rakamı yanıltıcıdır. Bu dönemde normalde altın ithalatçısı olan Türkiye, altın fiyatındaki yükselişe bağlı olarak halkın altın satması sebebiyle altın ihraç etmeye başlamış, cari açığın USD 3.3 mia.lık kısmı buradan gelen parayla kapanmıştır. Dolayısıyla Türk ekonomisinin yılın ilk üç ayında % 14 küçülürken verdiği cari açığı aslında USD 4.7 mia. olarak görmek gerekir.) Uluslararası rekabet gücü bu kadar düşük olan bir ekonomide tabiî ki ücretleri arttırmaya cesaret edemezsiniz, çünkü bu dış dengenizin daha da bozulmasına yol açar, böylece hem dış borcunuzu artarken hem de bir yandan artan tüketimle ekonomi büyürken, öte yandan artan ithalatla ekonomi küçülür.
Bu vesileyle İngiliz ve Amerikan yatırım bankalarına kılavuzluk yapmak amacıyla Londra’da ikamet eden TC vatandaşı ekonomistlerle aynı hizmeti İstanbul’dan ifâ eden televoleci taifesine bir çift sözüm olacak. Ben 2002’den itibaren yeniden aşırı değerlenmeye başlayan TL yüzünden cari açığın yükseldiğine dikkat çekmeye çalışırken, adıgeçen zevat koro halinde cari açığın düşük kurdan değil, ekonominin yüksek büyüme hızından kaynaklandığını iddia ediyorlardı. Şimdi bunlara soruyorum: % 14 gibi dünya ekonomi tarihinde eşine az rastlanır bir oranda küçülmüş olan Türk ekonomisi neden hâlâ cari açık vermeye devam ediyor? Bu sefer de çok hızlı küçüldüğü için mi? Ya da bu yıl Basra siklonuyla Azor Adaları antisiklonu arasındaki basınç farkının düşüklüğü sebebiyle Türkiye’de hava sıcaklıklarının mevsim normallerinin üzerinde seyretmesi mi? Cevabınızı merakla beklerken Türk ekonomisine bugüne dek vermiş olduğunuz hizmetlerden ötürü Amerikan ve İngiliz finans kapitali adına sizlere teşekkürü bir borç bilirim.
Geçelim ve yine IMF dayatması düşük kur politikasının bir ülke için nasıl bir bataklık olduğunu bizden bir örnekle görelim. Bildiğiniz gibi krizle beraber Türk otomotiv sanayiinin satışları yarı yarıya düşünce hükümet bu sektörü desteklemek için otomotiv vergilerini geçici olarak indirdi. Sonuç? Yerli üretimde birinci ay % 20’lerde başlayıp ikinci ayda % 10’lara gerileyen hafif bir kıpırdanma, buna karşılık 2008 Aralığındaki USD 900 milyonlardan Ocak ve Şubatta USD 300 milyonlara gerileyen otomobil ithalatının vergi indirimleriyle beraber birinci ay USD 600 milyonlara, ikinci ay USD 700 milyonlara ve üçüncü ay USD 800 milyonlara tırmanması... Yani Türkiye’de işsizliğin hızla tırmandığı, durgunluğun derinleştiği bir dönemde krizle gerilemiş olan araba ithalatını vergi imdirimiyle neredeyse üç katına çıkardık! İşte siz Gümrük Birliği yüzünden gümrüklerinize sahip değilseniz (Kulaklarınız çınlasın Tansu Çiller, Murat Karayalçın ve Deniz Baykal!) ve IMF dayatması düşük kur yüzünden rekabet gücünüz yerlerde sürünüyorsa (Kulaklarınız çınlasın Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli, Mesut Yılmaz, Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan!) sizin yerli sanayi canlansın diye devleşen bütçe açığınıza rağmen uyguladığınız vergi indirimi yerli sanayiciden çok işte böyle Almanya’nın, Fransa’nın, Japonya’nın sanayicisine doğru gümrüklerden akar gider, siz de arkasından bakakalırsınız.
Atatürk’ün dediği gibi, her terakkinin kaynağı istiklâldir. Bağımsızlık, bağımsızlık, yine bağımsızlık! Türkiye gerçekten bağımsız bir ülke olmayı başaramazsa çok uzun sürecek olan bu krizde akibetimiz karanlıktır.
NOT: Bağımsızlıktan söz açmışken kısa bir not düşeyim. Birkaç gün önce Türk medyasında yayınlanan bir haber:
“Gürcistan'daki NATO tatbikatının Rusya ile Batı arasında gerilim yaratmasının üzerinden iki ay geçmeden Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev'in Güney Osetya ziyaretine paralel olarak ABD'ye ait bir gemi Gürcistan'la ortak tatbikata girişiyor. Türkiye de tatbikata sahil güvenlik botu TCSG-123 ile katılıyor.”
Ekonomik çöküş sürecindeki ABD’nin kabadayılık heveslerine Türkiye’nin âlet olması çok mu gerekli? Ayrıca kendi imtiyazlarını korumak için aslan kesilen bir bürokrat zümresinin ABD’nin her talebine derhal boyun eğmesi de çok düşündürücü doğrusu.