SELİM SOMÇAĞ
Ekonomik Danışmanlık

Bağımsız, Objektif, Güvenilir



Türkiye Cumhuriyetinde Etnik Gruplar Üzerine Notlar (Toplum ve Ekonomi, Sayı 6,)


  
Ethnic Groups in the Republic of Turkey (Türkiye Cumhuriyetinde Etnik Gruplar) adlı kitap Peter Alford Andrews ve Rüdiger Benninghaus tarafından yazılmış ve derlenmiş ve 1989 yılında Almanya'da, Wiesbaden'de, Dr. Ludwig Reichert Yayınevi tarafından yayınlanmıştır. Kitap, yazarlara göre sayısı 47'yi bulan Türkiye'deki etnik gruplar hakkındaki dil, din, coğrafî dağılım, nüfus gibi temel bilgileri içeren bir katalog bölümü, bu grupların Türkiye'nin kırsal kesimindeki dağılımını gösteren köy listeleri ve bu gruplardan bazıları hakkında yazılmış imzalı makaleler olmak üzere üç ana bölümden oluşmaktadır. İlk iki bölüm İngilizce, makaleler ise İngilizce, Almanca ve Fransızca'dır. 659 sayfa olan kitabın yalnızca katalog bölümü, Türkçe'ye çevrilerek Türkiye'de Etnik Gruplar adıyla 1992'de İstanbul'da yayınlanmıştır.
 
Kitaba göre Türkiye Türkleri aslında Sünnî Türk, Alevî Türk, Sünnî Yörük, Alevî Yörük, Sünnî Türkmen, Alevî Türkmen ve Rumeli göçmeni Türkler olarak en az yedi ayrı "etnik gruba" ayrılmaktadır. Etnik grup kavramı, genel kabul gören klasik anlamında Gürcü etnolog Dragadze tarafından şöyle tanımlanmıştır:
 
"Etnos... tarihî olarak belli bir bölgede yerleşmiş, nispeten istikrarlı dil ve kültür özelliklerine sahip, birliklerinin ve diğer benzer formasyonlardan farklarının bilincinde olan ve bunu kendi koydukları bir adla (etnonim) ifade eden sağlam bir insan topluluğudur."
 
Benim de katıldığım bu tanıma göre adı geçen grupların etnik grup olarak kabul edilemeyecekleri açıktır. Şimdi bu tanımı hatırda tutarak kitapta tek tek gruplar hakkında ileri sürülen görüşleri incelemeye geçebiliriz.
 
Önce Alevî Türklerin ayrı bir etnik grup olarak değerlendirilmesini ele alalım. Genel olarak mezhep düzeyinde dinî inanç farkı etnik ayrım kıstası olarak görülmez. Aralarında köken, dil ve kültür birliği olan Protestan ve Katolik Almanlar iki ayrı etnik grup olarak kabul edilmez. Yazarların Alevî Türkleri Sünnî Türklerden ayrı bir etnik grup olarak kabul etmelerinin gerekçesi "[Alevilerin-SS] batınî dinleri ve bunun sonucunda uyguladıkları endogami'dir” (s.57). Eğer dinî inançtan kaynaklanan endogami etnik grup sayılmayı gerektiriyorsa, o takdirde kendi içlerinde kız alıp vermeyi tercih eden birçok Sünnî tarikatın da ayrı birer etnik grup olduğunun kabul edilmesi gerekecektir. Hatta bu mantığı biraz zorlayacak olursak, herhangi bir tarikatla ilgisi olmayan, fakat evlenmek için tesettüre riayeti şart koşan dindar insanlar da kendileri dışında kalan Sünnî Türklere göre bir etnik grup sayılabilir.
 
Tarihî olarak Türkiye'deki Alevî Türklerle Sünnî Türkler aynı kökenden, 11.-13. asırlar arasında Anadolu'ya göç eden Oğuz boylarından gelir. Oğuz boylarının Anadolu'da dağılarak birkaç yüzyıl içinde Alevî ve Sünnî Türkler olarak iki inanç grubu halinde kümelenmeleri sürecinde, başka etnik gruplarla karışma veya başka bir etnik grup kültürü tarafından asimile edilme gibi etnik faktörler rol oynamadığı gibi, Alevî-Sünnî ayrımı Oğuz boyları içinde bir kümelenmeye bile tekabül etmemiştir. Meselaâkitabın da 273. ve 281. sayfalarında görüldüğü üzere, 1856'da Fırka-i Islahiye tarafından cebren iskân edilinceye kadar Uzunyayla'da yaylayıp Çukurova'da kışlayan Avşarların torunlarından olan Kayseri, Tomarza'daki Avşar köylerinin bir bölümü Sünnî, bir bölümü Alevîdir. Bu örnekte görüldüğü gibi, Türk olmanın ötesinde, aynı Oğuz boyundan gelen ve aynı aşiret içinde bulunan iki grubun iki ayrı etnik grup oluşturduğu nasıl kabul edilebilir?
 
Yazarların gözardı ettiği diğer önemli bir husus da çeşitli dönemlerde Alevîlik ve Sünnîlik arasındaki ayrım çizgisinin belirsiz, değişken bir nitelik göstermiş olmasıdır. 16. yüzyıl başında Safevî Devletinin alternatif bir siyasî merkez olarak ortaya çıkmasından sonra Osmanlı sosyal düzenindeki konumlarından hoşnut olmayan çok sayıda Türk, özellikle de birçok Türkmen aşireti "Kızılbaş'a meyyal", yani Safevî taraftarı olmuş, bunların önemli bir bölümü de İran'a giderek Safevî askeri gücünün en önemli kesimini teşkil etmişlerdir . Aslında daha çok sosyal ve siyasî saiklerle yapılan bu tercih, inanç düzleminde de o günkü tabirle Kızılbaşlığa geçişi içeriyordu. Olgunun siyasî temele dayanması sebebiyle kişi ve topluluklar bazında iki cephe arasında gidip gelmeler olduğu belgelerde görülmektedir. 17. yüzyıldan itibaren mezhep dağılımı büyük ölçüde istikrar kazanmakla birlikte, mezhep değiştirme (artık Alevîlikten Sünnîliğe geçiş olarak) devam etmiştir ve bugün de devam etmektedir. Bazı topluluklardaki sözlü gelenek ve Türkiye'nin birçok yöresinde rastlanan tavşan eti yememe, semah gibi Alevîliğin alâmet-i farikalarına sahip fakat tamamen Sünnîleşmiş ve Alevî geçmişini unutmuş köylerin varlığı bu sürecin kanıtlarıdır. Öte yandan Sünnîleşme sürecinin henüz içinde yaşayan, 30-40 yıl önce Alevî iken bugün camisinde namaz kılınan, çocuklarını İmam Hatip Lisesine gönderen köyler de mevcuttur. Kitabın mantığına göre bu insanlar ve topluluklar Alevîlik ve Sünnîlik arasında gidip gelirken aynı zamanda etnik grup değiştirmiş olmaktadırlar.
 
Yazarlara göre Alevî-Sünnî ayrımını bir yana bırakacak olursak Türkiye Türkleri Türk, Türkmen, Yörük ve Rumeli göçmenleri olmak üzere dört "etnik gruba" ayrılmaktadır. Anadolu'ya gelen Türklerin neredeyse tamamını Oğuzlar teşkil ediyordu. Oğuzların 10. yüzyıldan itibaren Müslüman olmaya başlamalarıyla yavaş yavaş Oğuz adının yerini Türkmen kelimesi aldı. 11. - 13. yüzyıllar arasındaki büyük göçle Anadolu'ya gelenler de artık Türkmen olarak adlandırılıyordu. Günümüzde bu Türkmenlerin torunları karşımıza Türk, Türkmen ve Yörük adları altında çıkmaktadır. Bu farklılaşmayı statik bir yaklaşımla açıklayabilmek mümkün değildir, çünkü Türkmen ve Yörükleri birbirlerinden ve yer yer göçerliğin kültürel kalıntılarını daha çok taşımaları dışında yan yana yaşadıkları "Türkler"den ayıran herhangi bir etnolojik özellik bulmak imkansızdır. "Türk”lerinkinden farklı Yörük veya Türkmen gelenek ve görenekleri, Türkmen ve Yörüklere özgü müzik ve oyunlar, ya da ayrı birer Türkmen veya Yörük diyalekti mevcut değildir. Anadolu Türkleri arasındaki bu farklılaşma ancak tarihî perspektif içinde kavranabilir. Bunun için de 16. yüzyıla uzanmamız gerekiyor.
 
16. yüzyılda Anadolu'da aşağı yukarı Sinop-Ankara-Konya-Alanya üzerinden geçen bir hattın batısında bulunan Türk aşiretleri genel olarak Yörük, doğusunda bulunanlar ise Türkmen olarak biliniyordu. 13. ve 14. yüzyıllarda çeşitli kaynakların Batı Anadolu'da büyük Türkmen kitlelerinin varlığından söz etmelerine rağmen, 15. yüzyılın başından itibaren Batı Anadolu'daki göçer Türkler için Yörük tabiri kullanılmaya başlanmakta, bu dönemden sonra bu topluluklara Türkmen denmemektedir. Bölgeyi fetheden Türkmenlerin büyük çoğunluğu bölgenin verimli topraklarında kısa zamanda yerleşik hayata geçmişler, bu durumda hâlâ göçerliği sürdüren Türkmenleri tanımlamak için de yörümek kökünden türetilen ve 15. yüzyıldan önce Türkçe'de rastlanmayan Yörük kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. Kelime ilk başta bir topluluğun özel adı değildi. Bugünkü göçer veya göçebe anlamını taşıyor ve bir hayat tarzını tasvir ediyordu. Nitekim Yörük kelimesi Osmanlı belgelerinde Yörükler, yani Batı Anadolu göçerleri dışında Doğu Anadolu'daki Türkmenler için de göçer anlamında kullanılmıştır. Fakat halk arasında Batı Anadolu'daki Yörüklere Türkmen denmediği gibi, d oğudaki Türkmenler için de Yörük tabiri kullanılmamış, zamanla Yörük kelimesi belli bir topluluğun özel adı niteliğini kazanmıştır.
 
Yörüklerin tarihî adlarını unutmuş Türkmenler oldukları açık olmakla birlikte, Yörük ve Türkmenler arasındaki ad farklılaşmasının yalnızca coğrafî-tesadüfî etkenlere dayanmayıp aynı zamanda tarihî bir temeli de olabileceğini gösteren bazı ipuçları vardır. 16. yüzyılda Türkmenler ve Yörükler arasında şu farklardan söz edilebilir:
 
Türkmenler eski Oğuz geleneğini sürdürerek Boz Ulus, Yeni İI, Dulkadirli Ulusu gibi il veya ulus adını taşıyan aşiret konfederasyonları halinde örgütlenmişlerdi. Yörükler ise küçük ve dağınık (tarihî tabirle, perakende) olarak yaşıyorlardı. Büyük Türkmen topluluklarının bir bölümü Ramazanoğulları, Dulkadiroğulları gibi siyasî oluşumlar meydana getirirken, Yörüklerin siyasî bir rol oynamalarına rastlanmaz. Bu örgütlenme farkının yanı sıra genel olarak Yörüklerin Osmanlı düzenine ve yerleşik hayata daha fazla uyum sağlamış oldukları görülmektedir. Kışlalarında tarım yapma bakımından Yörükler Türkmenlerden daha ileriydi. Zaten Yörüklerin göçerliği kısa mesafeli yaylacılık hareketlerinden ibaret hale gelmişti. Yörük aşiretlerinin çoğu 20-30 km.lik bir göçle yaylalarına ulaşırken Boz Ulus Diyarbakır'ın güneyinden Erzurum'a yaylamaya gidiyordu. Bu özelliklerinden dolayı Yörükler yerleşik hayata daha kolay geçebiliyorlardı. Yörüklerde Türkmenlere göre tarihî Oğuz boylarının adlarına daha az rastlanıyordu.
 
Bu tarihî bilgilere, şu çağdaş gözlem eklenebilir: Türkmenler Ona Asya'da uzun bir geçmişi olan Moğol ve Türk göçerlerin alâmet-i farikası niteliğini taşıyan keçeden mamul derimevini kullanmaya devam ederken, Yörükler keçi kılından dokunan kara çadırı kullanmaktadırlar. Derimevinin tarihî Türk çadırı olduğu ve Orta Asya'da Türkmenlerden Kırgızlara kadar bütün Türk halklarında 20. yüzyıla dek varlığını koruduğu malûmdur. Ön Asya'ya özgü olan kara çadır Yörükler dışında Kürtler, Bahtiyarîler ve Lurlar gibi İranî kavimler ve Bedevîler tarafından kullanılmaktadır. Yörüklerin bu çadırı Ön Asya'da İranî göçerlerden almış olmaları gerekir. Gelişmiş bir iskelete sahip olan derimevinden farklı olarak direkler üzerinde duran ve koyun yününe göre daha kalitesiz bir izolasyon malzemesi olan keçi kılıyla örtülü kara çadırı benimsemeleri Yörüklerin Türkmenlere göre Orta Asya Türkmenliğine daha uzak olduğunu gösteren bir diğer husustur. Ayrıca bu durum iktisadî anlamda bir yoksulluk belirtisidir. Yörükler ve Türkmenler arasındaki başlıca farkları belirttikten sonra konunun can alıcı noktası olan Yörük-Türkmen ayrımının kaynağı meselesine gelebiliriz. Aynı kökenden gelen ve aynı ülkede yasayan bu iki topluluk nasıl birbirinden ayrı kimliklere sahip olmuşlardır? Bu durum iki topluluğun Anadolu'ya farklı tarihlerde gelmiş olmasıyla açıklanabilir. Bilindiği gibi Oğuz Türkleri Anadolu'ya iki ayrı göç dalgası halinde gelmişlerdir. Birinci göç dalgası 1071'deki Malazgirt savaşını müteakip başlayan ve 12. yüzyıl ortalarına kadar devam eden dalgadır. 13. yüzyılda meydana gelen ikinci göç dalgasını ise Moğol istilasının önünden kaçanlar oluşturuyordu. Yörükler birinci göç dalgasıyla gelip göçerliği sürdüren, Türkmenler ise ikinci göç dalgasıyla gelip göçerliği sürdüren Oğuz Türkleridir. Bu iddiayı destekleyecek kanıtlar şunlardır:
 
Anadolu'da SüIeymanşah önderliğinde Rum Selçuklu Devleti kurulduktan (1075) sonra Konya Sultanlığı, Büyük Selçuklu Devletini takiben savaşlarda kendilerinden yararlandığı göçer Türkmen topluluklarının merkeziyetçi bir devlet yapısı içinde büyük bir istikrarsızlık unsuru olabileceklerinin bilincinde olmuş ve bu göçerleri her zaman denetim altında bulundurmaya çalışmıştır. Bu bağlamda Rum Selçuklularının Anadolu'ya gelmiş olan göçer topluluklarını (ki bunların çoğu, belki de tamamı orijinal Oğuz boy adlarını taşıyor ve bir boyun önemli bir parçasını, hatta kimi zaman tamamını teşkil ediyorlardı) parçalamak ve uç olarak bilinen Anadolu'nun batısındaki Bizans-Selçuklu sınır bölgesine yığmak siyasetini izledikleri bilinmektedir. Toplulukların küçük parçalara bölünerek farklı bölgelere gönderilmesi bunların askerî güçleri sayesinde ülkede karışıklık çıkartarak siyasî bir rol oynamaları ihtimalini engellemeyi amaçlıyordu. Öte yandan Türkmenlerin uca yığılmalarıyla hem ülkenin tarım, ticaret ve medeniyet merkezi olan iç bölgelerde istikrarsızlık yaratmaları önleniyor, hem de savaşçı enerjileri Bizans'a yöneltiliyordu.
 
Selçuklu ucu 12. yüzyılda kuzeyde Kastamonu'dan güneyde Antalya'ya uzanan bir yaydan oluşuyordu. Günümüzde de Yörüklerin bulunduğu bölge (tabiî ucun batısında kalıp sonradan fethedilen kıyı kesimi de dahil olarak) burasıdır. Bu yayın doğusunda da az sayıda Yörük topluluğu bulunmaktaysa da bunların hepsi buralara son asırlar içinde batıdan gelmişlerdir. Nitekim bu sebepten Adana'da Yörükler Aydınlı olarak bilinir. 13. yüzyılda Anadolu'ya gelen Türkmenler ise artık yerleşmelerini yönlendirecek güçte bir Selçuklu Devleti kalmadığından ilk karşılarına çıkan göçer hayvancılığa elverişli yerleri yurt tutarak Anadolu'nun doğu yarısında kalmışlardır. Yine aynı sebepten, ikinci göçle gelen topluluklar dağılmadan büyük iller halinde varlıklarını yüzyıllarca sürdürmüşlerdir. Daha sonra Yörük adını alacak olan birinci göçle gelen göçerler ise küçük gruplara bölünmüşlerdir. Nitekim Yörükler kaynaklarda yer almaya başladıkları devirlerden beri hep perakende topluluklar olarak görülmekledir. Bu aşiretler içinde de 21 boydan birinin adını taşıyan yoktur. Oğuz boy adlarına Yörükler arasında yalnızca aşiretlerin küçük alt birimleri olan obalar arasında ve seyrek rastlanır. Bu durum Yörüklerin ataları olan toplulukların Selçuklularca parçalara ayrılmasının bir başka tezahürü olduğu gibi, boy adlarına Yörüklerde Türkmenlerde olduğundan daha az rastlanması da Yörüklerin Türkmenlere göre Anadolu'da daha eski olduklarının bir işareti sayılabilir; çünkü gerek göçerler, gerekse yerliler arasında yer veya topluluk adı olarak kullanılan Oğuz boy adlarının zaman içinde unutulması Anadolu tarihinin genel bir eğilimidir. Sümer'in 16. yüzyılla 20. yüzyıl arasında yaptığı kıyaslamada Anadolu'da görülen 21 boy adından bu eğilime uymayan, yani azalmak yerine artan tek örnek Avşar'dır ki bu da Çukurova-Uzunyayla Avşarlarının 19. yüzyıldaki iskanının sonucudur.
 
Türkmen ve Yörük kavramlarını yerine oturttuktan sonra kitabın bu konudaki hatalarına geçebiliriz. Tek tek hataların üzerinde durmadan önce şu noktanın altını çizmek gerekiyor: Yazarlar Türk, Türkmen ve Yörük kavramları arasındaki yukarıda özetlenen tarihî ilişkiden tamamen bihaberdirler. Bu durum kendilerini bilimsel bir eserde bağışlanamayacak hatalara sevk etmiştir.
 
Bir numaralı yanılgı kaynağı tarihî anlamda Türkmen terimi ile, yani Oğuz anlamına gelen ve 11. yüzyıldan itibaren Oğuz adının yerini alarak bu Türk kavminin yeni adı olan Türkmen terimi ile günümüzün ve yakın tarihin Türkmen teriminin birbirine karıştırılmasıdır. Tarihî anlamda Türkmen terimi Oğuz terimi ile anlamdaştır ve bugünkü Türkiye, Suriye, Irak, Azerbaycan, İran Türklerinin ve Türkmenistan halkının ataları olan kavmi işaret etmektedir. Bu tarihî anlamda, adı geçen bütün Türk toplulukları Türkmen, yani Oğuz kökenlidir. 11. yüzyıl sonundan itibaren Azerbaycan, Anadolu ve diğer Yakındoğu ülkelerine yerleşmeye başlayan Türkmenlerin büyük çoğunluğu bir süre sonra Türk olarak anılmaya başlanmış, bugünkü Türkmenistan, Horasan ve Afganistan'da yaşayan Orta Asya Türkmenleri ise Türkmen adını 11. yüzyıldan günümüze kadar muhafaza etmişlerdir. Türkiye Türklerinin bir bölümünün nasıl bir tarihî gelişme içinde Türkmen adını bugüne kadar korumuş olduklarını gördük. Fakat bu grupta Türkmenlik Türklüğün alternatifi değil, Türk olmanın ardından gelen ikincil bir kimliktir. (Bu durum Yörükler için de böyledir). Azerbaycan Türklerine 20. yüzyıla kadar yalnızca Türk denmiş, Kuzey Azerbaycan'ın SSCB'ye dahil edilmesinden bir süre sonra siyasî saiklerle o zamana değin yalnızca Türkçe'nin bir lehçesini tanımlamak için kullanılan Azerî kelimesi etnik anlamda kullanılmaya başlanmış, zamanla bu kullanım İran Azerbaycanına da geçmiştir. Bugün iki ülkede de halk kendisi için Türk ve Azerî kelimelerinin ikisini de kullanır. İran'da Türk kelimesi kullanım sıklığı bakımından çok daha ağır basmaktadır. Irak'ta Musul ve Kerkük havalisinde yaşayan Türklere Osmanlı devrinde tabiatıyla Türk denmekteydi. Bugün bu Türkler için zaman zaman kullanılan Türkmen tabiri Irak rejiminin siyasî saiklerle başlattığı bir uygulama olup, sunîdir.
 
Günümüzde Azerbaycan ve Irak Türkleri Türkçenin Azerî lehçesini konuşurlar. Orta Asya Türkmenlerinin dili olan Türkmence ise Orta Asya Türk dilleri içinde Türkçeye en yakını olmakla birlikte Türkçenin bir lehçesinden çok, ayrı bir Türk dili olarak nitelendirmeyi gerektirecek ölçüde Türkçe'den farklıdır. Dil farkının yanısıra 700 yıl kadar süren bir izolasyonun tabiî sonucu olan başka kültürel farklar günümüzde Orta Asya Türkmenlerinin Ön Asya'daki akrabalarından ayrı bir kavim olarak değerlendirilmesini gerektirir.
Kitapta Türkmen grubunun sistematik coğrafî dağılımına dair bölüm şu iki cümle ile başlıyor:
 
"Batı ve Orta Anadolu'da yaygın. Türk nüfusun büyük bölümünün Türkmen kökenli olduğu iddia edilmektedir..." (s.63).
 
Burada tarihî anlamda Türkmen kavramı ile günümüzün Türkmenleri birbirine karıştırılmıştır. Türkiye Türklerinin ataları Türkmenler yani Oğuzlardır, fakat özgül olarak Türkmen adını bugüne kadar korumuş olan ve 17. yüzyıl sonuna kadar Anadolu'nun yalnızca doğu yarısında bulunan belirli topluluklar değildir. Dolayısıyla ikinci cümlenin bugünkü Türkmenlere ilişkin olan bu pasajda yeri yoktur. Ayrıca bu cümlede "iddia edilmek" ifadesinin kullanılması son derece yersizdir. Anadolu'ya gelen Türklerin hemen hemen tamamının Oğuz/Türkmen olduğu gayet açık ve kesin bir tarihi gerçektir.
 
Aynı bölümde "Grup Kimliği" kısmım okuyalım:
 
"[Türkmenlerde grup kimliği –SS] geleneğe göre Horasan 'ın ilk Müslüman önderi olan Oğuzhan'dan ve onun kabilelerinden türemiş olmaya dayanır." (s.63).
 
Bu görüş doğru değildir. Türklerin atası kimliğinde bir efsane kahramanı olarak Oğuz Han Türkiye Türkleri arasında yüzyıllar önce unutulmuştur. Bugün çeşitli kaynaklarda karşımıza çıkan Oğuz Kağan destanının kaynağı 13. yüzyıldan kalma Uygur harfli destan ve Yazıcıoğlu Ali'nin Selçuknamesi (15. yüzyıl) gibi eski metinlerdir. Günümüzde Türkiye'de bu efsanevî kişilikten haberdar olmak ancak eğitimle mümkündür. Oğuz Hanın Türkiye Türkmenleri arasında efsanevî ata olarak bilindiğini ve hele Türkmenlerin kendilerini Türkmen adını taşımayan Türklerden Oğuz Hanın nesebi olma bilinciyle ayırt ettiklerini ileri sürmek gülünçtür.
 
Aynı bölümde Yörük ve Türkmen ilişkisi hakkında şu cümle yer alıyor:
 
"Türkmen ve Yörük arasındaki ayrım belirsizdir, çünkü Yörüklerin birçoğu veya çoğu Türkmen kökenli gözükmektedir ve Türkmenlere ara sıra, en azından meslekî anlamda Yörük denmektedir. Öte yandan birçok Türkmen Yörüklerle arada bir bağlantı olduğunu reddetmektedir. En ikna edici açıklama, bu tabirlerin aşiret veya din bağlantılarını göstermeyip, geçmişteki bir Osmanlı sınıflandırmasından kaynaklandığıdır. Bu sınıflandırmaya göre çeşitli [Türkmen aşiretleri-SS ] (ulus ya da el) padişahın ya da ailesinin doğrudan yönetimi altındaydı, fakat bu durum Yörükler için geçerli değildi." (s.64).
 
Bu iddia doğru değildir. Doğrudan doğruya padişahın veya ailesinin yönetimi altında olmak ifadesi ile söz konusu grupların has raiyet oldukları anlatılmak istenmektedir. Halep Türkmenleri ve Yeni İl Türkmenleri has raiyetti. Fakat bu durum bütün Türkmenler için geçerli değildi. Öte yandan Karacakoyunlu, Menteşe, Kütahya, Hamid ve Teke Yörükleri de has raiyetti. Dolayısıyla Türkmen-Yörük ayrımını has raiyet olup olmama kıstasından türetmek mümkün değildir.
 
Yazarların tarihî anlamda Türkmen ile bugünkü Türkmenleri birbirine karıştırmalarının talihsiz bir sonucu da Türkmenlere ait köy listelerinde ortaya çıkmaktadır. Bu listede Sünnî Türkmen Avşar köyleri arasında Bolu, Gerede'deki Birinciafşar (Afşarevvel), İkinciafşar (Afşarsani) köyleri ve Isparta, Gelendost'taki Afşar köyü yer almaktadır. Yalnızca adlarına bakılarak bu listeye dahil edildikleri anlaşılan bu köylerin günümüzdeki Türkmenleri içeren bir listede bulunması yanlıştır. Bu köyler ancak tarihî anlamda Türkmen olup bugün kendilerine Türkmen diyen gruptan değildir. Yüzyıllar önce yerleşik hayata geçmiş ve artık kendisine Türk diyen binlerce köy topluluğundan tek farkları herhangi bir ad değil, hasbelkader eski boylarının adını taşımalarıdır. Bu nedenle kitaptaki sınıflandırmaya göre Sünnî Türkmen değil, Sünnî Türk grubunda yer almaları gerekir.
 
Listelerdeki başka bir hata da Barakların Alevî olarak gösterilmesidir (s.281) ki bu kesinlikle doğru değildir.
 
Yazarların Türkmen kavramı konusunda içine düştükleri kargaşa, Sünnî Türkmen bölümüne eklenen bir grupta doruğa ulaşmaktadır. Afganistan'dan gelen. Ersarı kabilesine mensup, Tokat'a yerleşmiş 195 Orta Asya Türkmeni aile Sünnî Türkmen bölümüne eklenmiştir (s.658). Böylece yüzlerce yıldır aynı topraklarda beraber yaşamış, aynı dili konuşan, aralarında hiç bir kültürel ve etnik fark bulunmayan Türk, Türkmen ve Yörükler ayrı etnik gruplar olarak ilan edilirken, Türkiye Türklerinden en az 700 yıl önce izole olmuş ve etnik köken birliğine rağmen bu süre zarfında Türkiye Türklerinden etnik ve kültürel olarak farklılaşmış olan, Türkçe ile akraba fakat ondan ayrı bir dil olan Türkmence konuşan Orta Asya Türkmenleri, sadece bir isim benzerliğine dayanılarak Türkiye Türkmenleriyle aynı etnik grup içinde değerlendirilmektedir.
 
Yazarların Türk, Türkmen ve Yörüklerin ayrı etnik gruplar olduğu şeklindeki iddialarını desteklemek için öne sürdükleri başlıca kanıt, bu grupların yan yana yaşadıkları bazı bölgelerde birbirleriyle karışmamalarıdır. Yörüklerde endogami oranının yüksek olduğu (s.60). Kayseri, Akkışla'daki Türkmenlerin 230 yıldır orada yerleşik olmalarına rağmen ayrı kimliklerini korudukları (s-52) belirtilmektedir.
 
Farklı tarihî geçmişe sahip köylerin birbirleriyle kaynaşmamaları, farklı kimliklerini korumaları olgusunu bu toplulukların ayrı etnik gruplar oluşturduğu yolunda bir kanıt olarak görmek doğru değildir; çünkü Türkiye'de yazarların sınıflandırmasına göre aynı "etnik grup"tan olan komşu köyler arasında da kaynaşma olmaması, köy içi endogaminin büyük ölçüde devam etmesi çok yaygındır. Çarpıcı bir örnek olarak, 100 yıl kadar önce Erzurum'un Ovacık yöresine yerleşmiş olan Rizelilerin çevredeki ahaliyle kaynaşmayarak orijinal ağızlarını bugüne kadar korumuş olmaları zikredilebilir. Bu durumda her ikisi de Sünnî Türk olan Rize kökenli toplulukla komşuları olan yerli grup, dolayısıyla Rizeli ve Erzurumlular iki ayrı etnik grup mu meydana getirmektedirler? Bu konuda anlamlı bir veri elde etmek için cemaat olgusunun gücünü koruduğu köylere değil, şehirlere bakmak gerekir. Şehirlerde ise Yörük ve Türkmen kökenlilerin endogami uygulaması veya kendi içlerinde cemaatleşmeleri gibi olguların izi bile yoktur. İşin garip tarafı, s. 60'da Yörüklerin yerleşikliğe geçmekle Yörüklüklerini kaybetmedikleri ileri sürülürken, s. 245'te "... yerleşik Yörüklükten yerleşik Türklüğe geçiş çok akıcı olduğu için Yörüklerin sınıflandırılmasında sorunlar olduğu" belirtilmektedir!
 
Kitapta Türkiye Türklerini içeren diğer "etnik grup"lar "Bulgaristan'dan Gelen Müslüman Göçmenler" ve "Diğer Balkan Ülkelerinden Gelen Göçmenler" kategorileridir. Bu gruplardan birincisi Müslüman Türkleri, Tatarları, Pomakları ve grubun adına rağmen Ortodoks Hıristiyan Gagavuzları içermektedir (s.92). İkinci grupta da Türklerin yanı sıra Pomaklar. Boşnaklar ve Gagavuzlar bulunmakladır (s.98). Çeşitli etnik grupları içeren bu kategorilerin etnik grup adı altında sunulması gariptir. Daha da önemlisi, her iki kategorinin de ana kitlesini meydana getiren Türk göçmenlerin neden Türkiye sınırları içinde doğmuş Türklerden ayrı bir kategoriye yerleştirildiğini anlamak da mümkün değildir. Bu mantığa göre, Edirne'nin yerlisi Türklerle, Edirne'ye yaklaşık 50 km. mesafedeki Harmanlı'nın (Bulgaristan) yerlisi olup da Türkiye'ye göç eden Türkler iki ayrı etnik gruba dahil edilmesiyle Balkan sınırlarını belirleyen 1913 İstanbul Antlaşması etnik ayrım kıstası haline gelmektedir.
 
Türkiye Türklerinin altkümelerini meydana getiren ve aynı etnogenez sürecinin ürünü oldukları için bir arada değerlendirilmeleri gereken bu 8 grupla ilgili kavram ve olgu yanlışları ele alındıktan sonra, kitapta yer alan diğer gruplardan bazılarıyla ilgili yanlışlara da kısaca göz gezdirelim.
 
Kitabın 231. ve 235. sayfaları arasında yazılı kaynakların taranmasıyla elde edildiği belirtilen bir Abdal köyleri listesi yer almaktadır. Bu listenin hazırlanmasında en çok yararlanılan iki kaynak 1946-47 tarihli Türkiye'de Meskûn Yerler Kılavuzu ve İçişleri Bakanlığı tarafından 1981'de yayınlanan Köylerimiz adlı resmi yayınlardır. Bu yayınlarda etnik özelliklere yer verilmesi söz konusu olmayacağı için, derhal yazarların bu kaynaklardan Abdal köylerini nasıl tespit etmiş oldukları sorusu akla gelmektedir. Cevap gayet basittir. Yazarların birinci yöntemi, içinde Abdal kelimesi bulunan bütün köy adlarını listeye dahil etmek olmuştur. Günümüzde Abdal yalnızca özellikle Güney ve Orta Anadolu'da bulunan ve birçok özellikleriyle Çingenelere benzeyen bir topluluğun adı olmakla birlikte, 14.-16- yüzyıllarda Abdal kelimesi Türkiye'deki Kalenderî dervişlerini belirtmek için kullanılan bir terimdi. “Rum Abdalları" tabiri Kalenderî tarikatı mensuplarını topluca ifade ettiği gibi, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Kumral Abdal örneklerinde görüldüğü gibi Abdal kelimesi lakap olarak da yaygın biçimde kullanılıyordu. 16. yüzyıldan itibaren Kalenderilîğin tedricen Bektaşilîğe dönüşmesiyle bu asır sonundan 19. yüzyıla kadar Abdal kelimesi bazı Bektaşî ve Kızılbaş ulularının lakabı olarak yaşamaya devam etti (Pir Sultan Abdal, Teslim Abdal, Kazak Abdal vs.). Yüzlerce yıllık bu dönem boyunca adı geçen Batınî zümrelere mensup Abdal unvanlı çok sayıda derviş, tekkelerini kurdukları veya türbelerinin bulunduğu çok sayıda yerleşim birimine adlarını yadigar bıraktılar. İşte, yazarların Türkiye'de Meskün Yerler Kılavuzu ve Köylerimizden çıkardığı Abdal kelimesini içeren köy adlarının çoğunluğu Kalenderî-Bektaşî dervişlerinden kaynaklanmakta olup bu köylerde etnik grup olan Abdalların oturması söz konusu değildir. Abdalata (Çorum), Yakupabdal (Bayburt). Abdalhasan (Kastamonu), Koyunabdal (Kayseri), Abdalbayazıt (Muş) ve Karaabdal (Samsun) köyleri kesinlikle bu kategoride olduğu gibi, Abdal, Abdalan, Abdallı ve benzeri adlı köylerin de bir bölümünün, hatta belki tamamının aynı nitelikte olduğuna şüphe yoktur. Günümüzde Abdal kelimesinin Abdal köylerinden çok azının adında ve yalnızca Abdaloğlu biçiminde geçmesi bu görüşü desteklemekledir. Yazarlar Kâtip Çelebinin Cihannümada Ankara'da, Hüseyin Gazi Tekkesi civarında olarak zikrettiği ve hakkında hiç bir çağdaş bilgi bulunmayan Abdalan adlı bir köyü bile listelerine katmakta beis görmemişlerdir. Halbuki Anadolu'daki en önemli Kalenderî merkezlerinden biri olan Hüseyin Gazi Tekkesi yakınındaki bu yerleşim biriminin adını tarikat erbabından aldığına kesin gözüyle bakılabilir. Tunceli, Pülümür'deki Abdalan mezrasının adını bölgenin ünlü Alevî Zaza aşireti Ab dalan'dan almış olduğu, Trabzon, Vakfıkebir'deki Abdallı köyünün de, Trabzon ilinde Abdal bulunmadığı için bu etnik grupla ilgili olamayacağı açıktır.
 
Kitabın 76. sayfasında, Karapapaklarla ilgili bölümde, bu topluluk arasında bir zamanlar Mekke ve Medine yakınlarında yaşamış olduklarına dair bir rivayetin bulunmasından yola çıkılarak, Karapapaklar ile Haremeyn Türkmenleri arasında bir bağlantı olabileceği iddia edilmektedir. Önce Haremeyn Türkmenlerinin kim olduğunu görelim:
 
"Yeni-İl'in vergisi ise eskiden Valide Sultanların Üsküdar'da yaptırdıkları camilerin vakfına ait iken bu sıralarda [1696 civarı-SS] Mekke ve Medine'ye gönderilen surre akçesine tahsis edilmişti. Yeni-İl'e bağlı oymaklara haremeyn üş-serifeyn aşiretleri denilmesinin sebebi de budur".
 
Karapapaklar, asıl yurtları bugün Azerbaycan ile Gürcistan arasında bölünmüş durumdaki Kazak-Borçalı yöresi olan bir Türk boyudur. Bu topluluğun önemli bir bölümü 1828 Türkmençay Antlaşmasını müteakip, daha küçük bir bölümü de 1921'den sonra Türkiye'ye göç etmiştir. Anadolu'dan Azerbaycan'a bazı Türkmen toplulukları gitmiş olmakla beraber bu göç 15. ve 16. yüzyıllarda vuku bulmuştur. Yeni İl'in 17. yüzyıl sonundan sonra İran'a göç etmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla Karapapaklarla Haremeyn Türkmeni arasında bir bağ aramak tuhaf bir girişimdir. Kaldı ki Karapapakların Anadolu Türkmenleriyle aralarında bir bağ olduğunu gösteren en ufak bir belirti bulunmadığı gibi, bu boyun kökeninin Oğuzlardan çok Kıpçaklara dayandığı da bilinmektedir. Bu husus önemsiz bir ayrıntı gibi görünse de, yazarların Türk tarihi hakkındaki bilgi düzeylerini sergilemek için zikretmeyi gerekli gördüm.
 
Kitabın 111. sayfasında Şeyh Sait isyanından sonra 1926-27 kışında 1 milyon kadar Kürdün Anadolu'nun batısına nakledildiği belirtilmektedir. Halbuki bu konuyla ilgili olarak 19 Haziran 1927'de çıkarılan 1097 sayılı kanunla "...Şark idarei örfiye mıntıkasıyla Bayazıt Vilayetinden bin dört yüze kadar şahsın ve işbu eşhas aileleriyle seksen asi ailesinin ve menatık-ı mezkûredeki ağır ceza mahkûmlarının Garp Vilayetlerine nakili için hükümete mezuniyet verilmiştir". Aslında bu iddianın gerçek dışı olduğunu göstermek için belge aramaya gerek yoktur. 1927 nüfus sayımına göre Türkiye'nin nüfusu 13.648.270, anadili Kürtçe olanların sayısı ise 1.350.347'dir. Bugünkü nüfus verilerinden geriye doğru yapılan bir projeksiyon da bu rakamın sağlıklı olduğunu göstermektedir. Bu durumda yazarların iddiasına göre 1927'de Türkiye'de yaşayan Kürtlerin ezici çoğunluğunun ülkenin batısına yerleştirilmiş olduğu ortaya çıkmaktadır! Kaldı ki 1927 Türkiyesinde 1 milyon kişi ülkenin doğusundan batısına nakledilip iskân edilmek istense bile bu mümkün olabilir miydi ?
 
Kitabın 112. sayfasında, Kürtlerin grup kimliğinin birincil olarak dille, ikincil olarak da Şafiî ve Alevî olan Kürtlerin çevrelerinde yaşayan ve Hanefî olan Türkler ile aralarındaki mezhep farkıyla belirlendiği ileri sürülmektedir. Bu iddia gerçek dışıdır. Sünnî Kürtlerin hemen tamamı Şafiî'dir. Bu onları Sünnî Türklerden ayırırsa da, Siirt, Mardin gibi illerde Kürtlerin komşusu olan Araplar da Şafiî olduğundan, Şafiîlik Türkiye genelinde Kürtlüğün ayırt edici bir vasfı olamaz. Alevîlikle ilgili iddiada ise yazarların cehaleti şaşırtıcı boyutlara tırmanmaktadır. Alevî Kürtlerin Türklerle bir arada yaşadığı hiç bir ilde Alevîliği bir Kürtlük kıstası olarak değerlendirmek mümkün değildir, çünkü buralarda mutlaka Alevî Türkler de vardır. Nitekim bunun bir örneği de kitabın 199. sayfasında bulunan 1965 tarihli Erzincan köylerinin etnik ve dinî yapısı tablosunda görülmektedir. Bu tabloda Erzincan merkez ilçeye bağlı köylerin 98'inin Türk, 20'sinin Kürt köyü olduğu, dinî olarak da 31'inin Sünnî, 67'sinin Alevî ve 20'sinin karışık olduğu belirtilmektedir. Basit bir aritmetik hesapla, Türk köylerinden en az 67'sinde Alevîlerin bulunduğu anlaşılmaktadır. Esasen Alevîlik Anadolu Türkleri arasında gelişen bir inanç sistemi olduğu ve Kürtlere Türklerden geçtiği için, Türkiye dışındaki Kürtler arasında Alevîler bulunmadığı gibi Türkiye'deki Alevî Kürtler de yalnızca Kürtlerin Türklerle birarada ya da onlara komşu olarak yaşadıkları bölgelerde bulunurlar; Türklerin bulunmadığı Güneydoğu Anadolu'nun derinliklerinde Alevî Kürde de rastlanmaz.
 
Kitabın 122. sayfasında Zazaların Şafiî mezhebinden olduğu belirtilmektedir. Halbuki Zazaların bir bölümü Şafiî, bir bölümü ise Hanefidir. Nitekim kitabın 183. ve 184. sayfalarındaki köy listelerinde Diyarbakır Çüngüş ilçesi köylerinin 13'ünün Türk, 20'sinin Zaza, 1'inin Kürt köyü, Diyarbakır'ın Çermik ilçesi köylerinin 4'ünün Türk, 47'sinin Zaza, 17'sinin Kürt köyü, Elazığ merkez ilçe köylerinin 105'inin Türk, 11'inin Zaza, 62'sinin Kürt köyü ve bütün bu köylerin Hanefî olduğu görülmektedir. Bu son iki örnekle, yazarların kitapta kullandıkları istatistiki malzemeyi ne derecede tanıdıkları görülmektedir.
 
Kitabın 175. sayfasında Gürcülerden, 177. sayfasında Lazlardan söz ederken, bu grupların "Müslümanlaştırılmış" olduğu ifadesi kullanılmıştır (Sırasıyla "having been converted to Islam" ve "were converted to Islam"). Osmanlı Devletinin hiç bir zaman kitlesel olarak zorla İslâmlaştırma girişiminde bulunmadığı genel kabul gören bir olgudur. Bu hükmün doğruluğunu zedeleyecek hiç bir veri bulunmamıştır. Hal böyleyken, Hıristiyanken Müslüman olan bu iki grup için "Müslüman oldu" ifadesi yerine "Müslümanlaştırıldı" ifadesinin kullanılması bağnaz bir Hıristiyan önyargısını yansıtmaktadır.
 
Ele alınan hususlar yazarların Türkiye etnolojisi alanında çalışmak için gerekli donanıma sahip olmadıklarını açıkça göstermektedir. Bu haliyle kitap ancak konunun uzmanlarının yararlanabileceği bir hammadde yığını işlevi yapabilir. Konuya aşina olmayanlar için ise bir yanılgı kaynağı olacaktır. Öte yandan yazarların somut olguları zorlayarak Türkiye Türklerini sekiz etnik gruba ayırma konusundaki gayretlerinin yalnızca bilgisizlikle açıklanamayacağı da ortadadır.
 
BİBLİYOGRAFYA
 
Ahmed Refik, 16. Asırda Rafızîlik ve Bektaşîlik, İstanbul, 1932.
 
Ahmed Refik, Anadolu'da Türk Aşiretleri (966-1200), İstanbul. 1989.
 
Mirza BALA, "Karapapak", İslâm Ansiklopedisi, C. VI.
 
Claude CAHEN, Osmanlılardan Önce Anadolu'da Türkler, İstanbul, 1979.
 
Ahmet B. ERCÎLASUN, Kars İli Ağızları, Ankara, 1983
 
Turgut GÜNAY, Rize İli Ağızları. Ankara, 1978.
 
Burhan KOCADAĞ, Doğuda Aşiretler, Kürtler, Alevîler, İstanbul 1992.
 
Fuat KÖPRÜLÜ, “Abdal”, Edebiyat Araştırmaları II, İstanbul, 1989.
 
Fuat KÖPRÜLÜ, “Abdal”, Edebiyat Araştırmaları II, İstanbul, 1989.
 
Fuat KÖPRÜLÜ, “Azerî”, İslâm Ansiklopedisi, C. II.
 
Ahmet Yaşar OCAK, Osmanlı İmparatorlığında Marjinal Sufîlik:Kalenderîler, Ankara, 1992.
 
Cengiz ORHONLU, Osmanlı İmparatorluğunda Aşiretlerin İskânı, İstanbul, 1987.
 
Ömer ÖZBAŞ, Gaziantep Dolaylarında Türkmenler ve Baraklar, Gaziantep, 1958.
 
Colin RENFREW, Archaelogy and Language, The Puzzle of Indo-European Origins, London, 1988.
 
Faruk SÜMER, “XVI. Asırda Anadolu, Suriye ve Irak'ta yaşayan Türk Aşiretlerine Umumî Bir Bakış”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, XI, 1950.
 
Faruk SÜMER, Safevî Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara, 1976.
 
Faruk SÜMER, Oğuzlar (Türkmenler), İstanbul, 1980.
 
Mete TUNÇAY, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), İstanbul, 1992.
 
Osman TURAN, Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi, İstanbul, 1984.
 
Ali Rıza YALMAN(YALKIN), Cenupta Türkmen Oymakları, I-II, Ankara, 1977.
 
Toplum ve Ekonomi, Sayı 6, Mayıs 1994.

HUKUKÎ UYARI: selimsomcag.org sitesinde yer alan bilgi, haber ve yorumlar güvenilir olduğuna inanılan kaynaklardan derlenen veriler ve bunlara dayanan kişisel yorumlardır. Kamuoyunu aydınlatmak amacıyla yayınlanan bu bilgi ve yorumlar hiç bir şekilde tavsiye veya yatırım danışmanlığı niteliği taşımaz. Bu bilgi ve yorumlara istinaden yapılacak işlemler sonucunda doğabilecek zararlardan selimsomcag.org hiç bir şekilde sorumlu tutulamaz.

Copyright © 2014 Selim Somçağ. Her Hakkı Saklıdır.