Özal devrinin olumsuz miraslarından biri de ekonomi konusunda kamuoyunun ve basının bir kesimine ilkel bir ideolojiyi yayması olmuştur. Bu ideoloji aslında gayet kısa olarak özetlenebilir: Kayıtsız şartsız, ifrata vardırılmış bir serbest piyasacılık. Öyle ki bu anlayışın yanında Adam Smith'in 1776'da yazdığı ünlü eseri “Milletlerin Serveti”nin korumacı ve müdahaleci bir anlayışın ürünü olarak görüneceğini söylemek abartma olmaz.
Bunun bir yan ürünü de ekonomik gelişmenin esasen basit bir konu olduğu ve bütün meselenin her şeyi serbest piyasa bırakmakla çözüleceği gibi bir izlenimi de hâkim kılması, böylece daha önce belli bir uzmanlığı olanlara münhasır kalan ekonomik tartışmalara neredeyse magazin yazarlarına kadar eli kalem tutan herkesin katılması oldu. Bu cümleden olarak sık sık gündeme gelen bir konu da devletin tarım ürünleri destekleme alımlarıdır. Ekonomi kültürü 24 Ocak diskuru çerçevesinde kalan bazı kalem erbabı yaz ayları geldiğinde devletin buğdaya, arpaya dünya fiyatlarının üzerinde fiyat vermesinin ne kadar yanlış olduğunu yazıp dururlar.
Eleştiri retoriği klasiktir: Sorumsuz politikacılar, seçim yatırımı olarak karşılıksız para basıp köylüye dağıtmakta ve böylece enflasyonu azdırmaktadırlar. Bazıları iyice ileri giderek devletin topladığı vergiyle tarım dışı kesimden tarıma kaynak aktardığı için köylülerin halkın geri kalanını sömürdüğünü dahi ileri sürerler.
Tabiî bu iddialar tamamen gerçek dışı değil. Meselâ şu anda Anadolu kırmızı sert buğdayına (ki Türkiye'nin toplam üretiminin yarısıdır) Temmuz ayı için 35.000, Ağustos ayı için 37.000 TL fiyat verildi. Halbuki şu anda buna denk kalitede ithal buğdayı 28.000 TL'den temin etmek mümkün. Peki o zaman bütün buğday ihtiyacımızı ithalat yoluyla karşılayalım gitsin. Böylece çiftçinin de aklı başına gelir, ürününe fahiş fiyat istemekten vazgeçer. Ne kadar basit değil mi?
Bu kafada olanlara söylenecek ilk şey şu: Serbest piyasa ekonomisi uyguladıklarına şüphe olmayan gelişmiş ülkelerin tarım politikalarına bir bakın. ABD, AB ülkeleri ve Japonya arasında tarım ürünlerini şu veya bu şekilde desteklemeyen tek bir ülke var mı? CAP (Common Agricultural Policy) denen ve esas olarak Avrupa ülkelerinin çiftçisini korumayı amaçlayan politikalar manzumesi AB'nin temel direklerinden biri değil mi?
Japonya'nın çeltik üreticisini korumak uğruna iç piyasasını Amerikan pirincine açmamak için verdiği mücadele GATT sürecinin en çetrefil sorunlarından biri olmadı mı? Bu örnekleri daha fazla uzatmaya gerek yok, bunlar mebzul. Papağan gibi slogan tekrarlamak yerine gerçekten bir şeyler öğrenmek isteyenler için bunları araştırmak zor değil.
Bu durumun arkasında araba, buzdolabı gibi ürünlerin pratikte esnek bir arz yapısına sahip olmalarına rağmen tarım ürünlerinin arzının aşağı yukarı sabit olması, dolayısıyla fiyat oluşumunun sanayi ürünlerinden farklı bir mantığa dayanması, gıda maddelerinin tüketiminin ertelenemez olması, dolayısıyla bu ürünlerin stratejik önemi, üretim çevriminin mevsimlere bağlı olması gibi faktörler var. Fakat biz işin teorisine girmeden Türkiye'de "dünya fiyatlarının" uygulanmasının ne getireceğini anlamaya çalışalım.
Birincisi buğdayda dünya fiyatları dediğiniz esas olarak 4 ülkenin (ABD, Kanada, Avustralya, Arjantin), özellikle de ABD ve Kanada'nın fiyatları. Bu ülkelerin ortak özellikleri nüfuslarına oranla çok geniş tarım topraklarına sahip olmaları ve buralarda en ileri teknolojiyi uygulamaları. Dolayısıyla, bırakın Türkiye'yi, meselâ Fransa'nın bile buğday verimliliğinde ABD'ye yetişmesi mümkün değil. Teknolojinin uygulanması ise sanayide olduğu gibi makina ithali ile çözülecek bir sorun değil, çünkü verimlilik makinaların yanı sıra coğrafya ve toplumsal yapıya da bağlı. ABD ve Kanada'nın uçsuz bucaksız düz ovalarında bir çiftçinin binlerce dönüm toprağı var. Topraklar geniş ve az sayıda kişinin elinde toplanmış olunca tarım makinaları ekonomik olarak kullanılabildiği gibi orada da devlet tarafından yürütülen tarım tekniğini geliştirme çabalarının üreticiye iletilmesi de çok daha kolay.
Bizde ise toprak mülkiyeti belli yöreler dışında son derece parçalanmış durumda. Dolayısıyla 50, 100 dönüm toprağı olan bir sürü çiftçi meselâ bir traktör maliyetini üstleniyor. Bir de bizde traktör aynı zamanda köylünün arabasıdır. Bu yapı çerçevesinde Amerika'dan ne getirirseniz getirin, tahıl tarımında verimliliği fazla yükseltemezsiniz. Farzedelim ki tarım topraklarını Stalin usulü cebren konsolide edecek gücünüz var. Bunu yaptığınızda da kırsal kesimin Türkiye nüfusunun yüzde 40 küsurunu barındırma imkânı kalmaz. Bu durumda ortada kalacak milyonlarca kişiyi hangi şehirlere yerleştirecek, sanayi ve hizmet sektörlerinin neresinde istihdam edeceksiniz? Bu bir. İkincisi, Türkiye büyüklüğünde bir ülkenin bütün buğday ihtiyacını ithalatla karşılaması durumunda dünya fiyatlarının hâlâ aynı kalabileceğini düşünmek de büyük bir gaflet.
Son yıllarda dünya buğday ihracatı yılda 80 milyon ton civarında gerçekleşiyor. Türkiye'nin yıllık ihtiyacı ise 20 milyon ton ve bunun onda biri kadarını ithalatla karşılıyor. Dünya piyasasasına ekstra bir 18 milyon tonun girmesiyle, yani talebin dörtte bire yakın oranda artmasıyla fiyatların ne kadar yükseleceğini Allah bilir. O zaman ithal malın ucuza gelmesi hesabı tersine dönebilir. Bu arada, Türkiye'nin jeostratejik öneminde bir ülkenin buğday et ve şekerde dışa bağımlı hale gelmesinin yaratabileceği stratejik sıkıntılara hiç girmiyorum.
Türk tarımında yapılacak iş çok, ama masa başında ortaya atılan sloganlarla bir yere varmak da mümkün değil.