Ahmet Altan'ın “Kılıç Yarası Gibi” adlı romanı son dönemin en çok satılan kitabı oldu. Nisanda piyasaya çıktığından beri kitap 21 baskı yaptı. Siz bu yazıyı okurken muhtemelen kitapçı raflarında kitabın daha sonraki baskılarını bulacaksınız. Türkiye'de bir romanı bu kadar okutmak kolay iş değil; yazarı kitabın ticarî başarısından ötürü kutlamak gerekir.
“Kılıç Yarası Gibi” bir tarihî roman; II. Abdülhamit'in 33 yıllık saltanatının son döneminde geçiyor. Yazar romanın arka planını bu devrin tarihî olaylarının ve toplumsal dokusunun oluşturmasını amaçlamış. Kitabın arka kapak yazısında, “Bu romanı benzersiz kılan, kendi dilini yaratmış olması yanında yakın tarihimizin gölgede kalmış pek çok olayına ışık tutarken kurmacayı müthiş bir ustalıkla gerçeklerle yoğurmuş olması.” deniyor. Aynı yerde romanda “işlenen dönemle uyumlu özel bir dil “ kullanıldığı da belirtiliyor. Bunlar oldukça iddialı sözler. Bakalım gerçekten öyle mi?
Romanın en önemli karakterlerinden, Haliç kıyısındaki bir Rufaî tekkesinin şeyhi olan Yusuf Efendi ve Rufaîlikle ilgili olarak anlatılanları ele almakla başlayalım.
Tekkede ayin icra edilen mekânın adı bazen “divanhane” (s.12), bazen de “zikir salonu”dur (s.100). Gerçekte ikisi de değildir. Bütün esma tarikatlarında, yani temel ritüeli zikir, yani Allahın adının tekrarlanması olan tarikatlarda olduğu gibi tevhidhanedir. Divanhane terimi yalnızca yalı, konak gibi büyük konutların selâmlık bölümlerindeki misafirlerin kabul edildiği en büyük oda için kullanılır. “Zikir salonu” hakkında fazla söze gerek yok. Tarikatlar konusuna yabancı biri bile bu topraklardaki kökleri Selçuklu dönemine giden dinî bir kavramın salon gibi o devirde Türkçedeki geçmişi 50 yılı bulmayan Frenkçe bir kelimeyle anılamayacağını tahmin edebilir.
Şeyhin “siyah bir külâhı” vardır (s.12). Bir Rufaî şeyhinin başlığı asla bir külâh olamaz. Bir Rufaî şeyhinin başında üst kısmı içi pamuk doldurularak takviye edilmiş bir takke (ki buna Rufaî tâcı denir) vardır. Bunun üzerine de siyah sarık (destar) sarılmıştır. Tarikat terminolojisinde başlığın tamamına da “tac” denir. İllâ başlığa günlük dilde bir karşılık bulunmak isteniyorsa sarık denmelidir; külâh asla...(Eğer “sikke” denen Mevlevî başlığı söz konusu olsaydı, buna külâh denmesi yine bir cehalet örneği olur, fakat bu başlık bir çeşit külâh olduğu için bu kelime hoş görülebilirdi. Ancak sarığa külâh denemeyeceği aşikârdır.)
Yazarın roman boyunca sık sık zikir ayininden söz etmesine rağmen zikrin tam olarak ne olduğu konusunda sarih bir bilgiye sahip olmadığı anlaşılıyor. S.12'de Rufaî tekkesindeki zikir ayini uzun uzun tasvir edilirken sadece okunan ilahilerden söz ediliyor. Zikir ayini sırasında ilahi okunmakla beraber asıl zikir bu değildir. Zikir, Allah'ın 99 adından (Esma-ül Hüsna) Hû, Hayy, Kayyum, Kahhar gibi bazılarının toplu halde ve ritmik olarak söylenmesidir. (İçten söylendiği de olur. Nakşibendîlikteki hafî zikir.) Rufaî zikrinin en önemli ve ayırt edici özelliği olan burhan göstermeden hiç söz edilmemesi de şaşırtıcı. Burhan gösterme, kılıç, şiş gibi kesici aletlerin vücudun çeşitli yerlerine sokup çıkartılması, “gül” denen demir parçalarının akkor haline gelene dek ateşte tutulduktan sonra yalanması, böylece kılıcın değil Allah'ın kestiğinin, ateşin değil Allah'ın yaktığının ispat edilmesidir. Ayrıca romanın bu bölümünden şeyhin düğünü vesilesiyle bir zikir düzenlendiği sonucu çıkmaktadır ki bu da olacak iş değildir. Her tekkede zikir haftanın belli bir gününde yapılır; gelişigüzel yapılmaz. Zikir bir konser veya eğlence olmadığı için düğün şerefine düzenlenmesi de düşünülemez.
Yazarın Şeyh Yusuf Efendi ve Rufaîlik bağlamında tasavvuf ve tarikatlarla ilgili en vahim hatası ise tasavvufun ne olduğu hakkında hiç bir fikre sahip olmaması. Altan'ın Şeyh Yusuf Efendi ve diğer tekke mensuplarının orada neyle iştigal ettiklerine dair yazdıklarından şeyhin Mızraklı İlmihal seviyesinde dinî amel bilgileri veren bir mahalle imamı, tekkenin de bir çeşit yatılı mescit olduğu sonucuna varılabilir. Şeyh müritlerine Hz. Ömer'in adaletini, öteki dünyayı, zebani ve şeytanları anlatmaktadır (s.98). Oysa tasavvuf esas itibarıyla insanın evrendeki var oluşunu kavrama yolunda bir girişimdir; felsefî özü de vahdet-i vücut anlayışıdır. Tarikatlar İslâmi ibadetlerin yerine getirilmesine önem verebilirler (Nakşibendîlik gibi), bunu özellikle vurgulamayabilirler (Sünnî tarikatların çoğu gibi) veya bu ibadetleri (en azından bir kısmını) açıkça gereksiz bulabilirler (Kalenderîlik, Bektaşîlik, kısmen Melamîlik gibi). Ama hepsinin ortak noktası vahdet-i vücut kavramı olduğu için bu değişkenlik onları tasavvufa yakınlaştırıp uzaklaştırmaz. Vahdet-i vücut kavramını burada açıklamaya benim gücüm yetmez. Bu konuda Yunus'un aşağıdaki iki beyti bize yardımcı olabilir:
Sen sana ne sanırsan ayruğa da anı san Dört kitabın manası budur eğer var ise
Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil Yetmişiki millet dahi elin yüzün yumaz değil
Tasavvuf ve tekke budur. Dolayısıyla, tekke oruç yiyenlerin cehennem zebanileriyle korkutulduğu bir yer değildir.
“Zikir salonunda” “od kokuları” duyuluyor (s.12). Acaba yangın mı çıktı? Od Türkçe ateş demektir. 16. yüzyıldan itibaren Türkçenin geçirdiği bir fonetik değişimle kelime sonlarındaki b,c,d,g sessizleri yerlerini sert sessizlere bırakmış, böylece od da ot olmuştur. Bu haliyle bir bitki grubunu ifade eden otla karıştığı için bir süre sonra yerini Farsça kökenli ateşe bırakmıştır. Yazar bu ifadeyle öd, daha doğrusu öd ağacı kokusunu, yani bugün günlük veya sığla ağacı dediğimiz ağacın kabuğundan yapılan tütsünün kokusunu kast etmektedir.
Şeyh Yusuf Efendi evlenince Ahîler tekkeye ziyarete gelirler (s.11). Ahîlik Anadolu'da tasavvuf ilkelerinin etkisi altında kurulmuş bir esnaf örgütüdür. Varlığını en erken 14. yüzyılda tespit edebildiğimiz Ahîlik 16. yüzyıl içinde hızla lonca sistemi içinde erimiştir. 1600'lere gelindiğinde lonca sistemindeki kültürel kalıntıları dışında bağımsız bir kurum olarak Ahîlikten ve Ahîlerden söz etmek imkânsız hale gelmiştir. Altan'ın romanı ise 19. yüzyıl sonu ve 20.yüzyıl başında geçmektedir.
Romanın iki yerinde (s.57, 108) Osmanlı bürokrasisi mensubu iki roman kahramanı “Sultan Abdülhamit'in iktidarında hiç toprak kaybetmediğini” söylüyorlar. Abdülhamid devri devlet erkânından iki kişinin böyle düşünmeleri ilginç, çünkü II.Abdülhamit'in saltanatı toprak kaybıyla başlamıştır. 1876'da tahta çıkmasından bir yıl sonra patlak veren 1877-78 Türk-Rus Savaşı (93 Harbi) sonucunda Osmanlı Devleti Rumeli'de Bulgaristan'ı, Anadolu'da Kars, Ardahan ve Batum'u kaybetmiştir. Zaten yazarın genel olarak savaşlarla sorunu var. S.109'da bir roman kahramanı “Balkan Savaşı”ndan söz ediyor, fakat bağlamdan 93 Harbinden söz ettiği anlaşılıyor. Zaten roman 1908'de sona erdiği için 1912'de vuku bulacak olan Balkan Savaşından söz etmesi ilginç olurdu.
S.51'de padişahın “yıkanmak için hayvan gibi kafese girdiği”nden söz ediliyor. Padişahın başı sabunluyken bir suikasta kurban gitmemesi için özel hamamında bir kafes vardır, fakat Topkapı Sarayında. Osmanlı padişahları 1853'ten sonra bu sarayda oturmadılar. Dolmabahçe ve Yıldız saraylarının hamamlarında kafes yoktur.
S.18'de “kadın gözleri...siyah, yeşil, mor maşlahların altından çevreyi kolaçan ediyor.” Maşlah cübbeye benzer bir üst giyimidir, çarşaf değildir; yani başı örtmez. Dolayısıyla kadın gözlerinin maşlahın altından çevreyi kolaçan etmesi mümkün değildir.
S.156'da Sultan Abdülhamit'in aklını fotoğraf denen bir yeni icada taktığı anlatılıyor. Şöyle diyor padişah: “ Allahın bir işi, makinaya çıt diye bastın mı karşındaki adam o anda bir kağıdın üstüne çıkıveriyor.” Olayların seyrinden bu konuşmanın en erken 1906 yılında geçtiğini anlıyoruz. (çünkü Rıdvan Paşanın Abdürrezzak Beyin konağını bastırması olayı vuku bulmuştur.) 1906'da bir Osmanlı padişahının fotoğrafı yeni duyması, bir Osmanlı yüzbaşısının da hayatında ilk defa fotoğraf çektirmeye gitmesi ilginç doğrusu. İlginç, çünkü fotoğraf Osmanlı ülkesine Avrupa'da kullanılmaya başlandıktan kısa bir süre sonra, İskoç fotoğrafçı James Robertson eliyle 1850'lerde girmiştir, yani Altan'ın Abdülhamidinin fotoğrafı ilk kez duymasından 50 yıl kadar önce...Bizzat Abdülhamid'in şehzadeliğinde, yani 1876 öncesinde çekilmiş birçok fotoğrafı mevcuttur. Altan'ın yüzbaşısı ilk defa fotoğraf çektirdiği zaman Osmanlı subayları en az 20 yıldır bugünkü ortaokul düzeyindeki askerî idadîlere girmelerinden itibaren fotoğraf çektirmekteydiler.
S.79'da Kastamonu'da bir köyde köylülerin horon oynadığından söz ediliyor. Horon Türkiye'de yalnızca Doğu Karadeniz'de, Trabzon, Rize ve Artvin illerinde oynanan bir halk oyunudur. Kastamonu'da köylülerin horon oynaması mümkün değil.
S.11'de gümrük müdürü kızına “şal kuşağı” hediye ediyor. Burada “şal” bir kumaştır; dolayısıyla keten gömlek, ipek kravat gibi şal kuşak denir; şal kuşağı denmez.
S.318'de Haliç'teki kayıklarda “hamlacılar” bağırarak “kürekçilere” tempo veriyor. Hamlacı zaten pazar kayıklarındaki veya zenginlerin özel kayıklarındaki kürekçilere verilen isimdir. Ayrıca bu kayıklarda korsan filmlerinde gördüğümüz kürek çeken forsalara davul çalarak tempo veren zenciler benzeri bir şahıs yoktur. O halde hamlacının kürekçilere tempo vermesi ne demek?
S.336'da “Makedon köylüleri”nden söz ediliyor. Yıl 1908. Bu devirde etnik grup anlamında Makedon kelimesini yalnızca profesyonel tarihçiler kullanırdı; o da Büyük İskender'in mensubu olduğu antik devrin Makedon kavmini tanımlamak için. O devirde Makedonya'nın Slav halkına kendileri de dahil herkes Bulgar derdi. Zaten bu halkın konuştuğu dille Bulgaristan Bulgarcası arasında çok az bir fark vardır. I. Dünya Savaşından sonra Yugoslavya Krallığı kurulunca bu ülkenin sınırları içinde kalan Makedonya'nın Bulgaristan'la birleşmesini önlemek için Makedonya Bulgarlarının Bulgar değil Makedon olduğu iddiası ortaya atıldı; etnik anlamda Makedon kelimesi bu şekilde 2000 yıl sonra diriltilmiş oldu. Bu yüzden 1908 yılında Makedonya Bulgarları için Makedon terimini kullanmak bir anakronizmdir.
S.20 ve s.100'de “cerbezeli zikir ayinleri”nden söz ediliyor. Cerbezeli sıfatı yalnızca insanları tasvir etmek için kullanılır. Konuşması ve zekâsıyla insanları etkileyerek istediğini elde edebilen kişi anlamındadır. Zikir ayininin cerbezeli olması söz konusu olamaz.
S.107'de padişahtan “şehriyarî hazretleri” olarak söz ediliyor. Bir kere burada gramer hatası var, çünkü şehriyarî kelimesi isim halinde, yani yalın halde değil sıfat formundadır. Kelimenin aslı hükümdar anlamında Farsça şehriyardır. Yani gramatik olarak tamlamanın “şehriyar hazretleri” olması gerekir. Fakat bunu düzeltsek bile bu kullanım doğru olmaz, çünkü şehriyar kelimesi tek başına padişahı tanımlamak için kullanılmazdı. Ancak sıfat haliyle “hâce-i şehriyarî” (padişahın hocası), “damad-ı şehriyarî” (padişahın damadı) gibi belli ünvanlarda kullanılırdı.
“Mabeyinlik” (s.103) olmaz, çünkü mabeyn zaten isimdir. Bir “mesele mübalağa” edilmez (s.250), iblağ edilir. Mübalağa etmek fiili abartmak gibi geçişli (transitive) değildir, nesne alamaz. Geçişli ifade için iblağ etmek kullanılır.
“Mahşerî kalabalık” (s.344). Çok yapılan bir yanlış. Belki de artık bunu galat-ı meşhur kabul etmek gerekiyor. Doğrusu maşerî olacak. (Büyük kalabalık, topluluk anlamında Arapça maşerden.)
Kendi dilini yaratarak yakın tarihimizin gölgede kalmış olaylarına ışık tutan tarihî bir romanın dil ve tarih düzeyi bu. Asıl ürkütücü olansa şu: Türkiye'de roman okuyanlar bu ülkenin entellektüel düzeyi, dil ve tarih bilinci en yüksek insanları. Bu insanlar son beş ayda diplomasını hak ederek almış bir lise mezununun bile yapmayacağı dil ve tarih hatalarıyla dolu bir romanı “best-seller” yaptılar. Peki bu insanları kim bu hale getirdi?
Adam Sanat, Sayı 154, Eylül 1998.