SELİM SOMÇAĞ
Ekonomik Danışmanlık

Bağımsız, Objektif, Güvenilir



SERMAYENİN MİLLİYETİ YOK MU (29 Ocak 2010)


Türkiye’de yabancı sermaye konusu bir türlü zihinlerde berraklığa kavuşamamış,  her gündeme geldiğinde ateşli tartışmalara yol açan bir mesele olagelmiştir.   Bu o kadar öyledir ki,    özelleştirmenin   Batı’nın baskısıyla Türkiye’de resmî politika olarak benimsenmesinden 25 yıl kadar sonra bile Başbakan Tayyip Erdoğan bir kamu kuruluşunun yabancı sermayeye satılmasını muhalefete karşı savunmak için “Sermayenin milliyeti yoktur” gibi gayet iddialı bir söz sarfetmek zorunda kalmıştır.   Halbuki yabancı sermaye olgusunun temel özellikleri 100 küsur yıllık küresel tecrübeden sonra  artık üzerinde tartışılmayacak kadar netleşmiş bir konudur.  

 

Önce şu tespiti yapalım:   Yabancı sermaye kavramı esas olarak gelişmiş ülkelerin azgelişmiş ülkelere sermaye ihraç etmesi olgusudur.    İki gelişmiş ülke arasındaki sermaye ihracı da teknik olarak yabancı sermayedir ama, bu tür bir sermaye ihracı iki ülkenin ekonomik ve siyasî olarak birbirlerine denk olmasından ötürü klasik sermaye ihracının ortaya çıkardığı sonuçları ortaya çıkarmaz;  bu bakımdan iktisat literatüründe kayda değer bir inceleme alanı da değildir. 

 

Gelişmiş bir ülkenin sermayesi neden azgelişmiş bir ülkede yatırım yapar?   En klasik örneklerde amaç azgelişmiş ülkede bulunan,  gelişmiş ülkenin ihtiyaç duyduğu veya dünya pazarında satabileceği doğal kaynakların işletilmesidir.   Amerikan ve İngiliz şirketlerinin muhtelif ülkelerdeki petrol işletmeleri gibi...   Bunun doğal kaynağın sahibi olan ülke için en iyi çözüm olmadığı açıktır.   Doğal kaynağın işletilmesi yabancı bir şirketin elindeyse söz konusu hammaddenin dünya piyasalarındaki satışından elde edilen gelirle yabancı işletmecinin ülkeye bıraktığı para arasındaki büyük fark yıllar ve yıllar boyunca ülke dışına akıp gider.   Petrol,  doğal gaz veya Türkiye’de bol bulunan bor gibi stratejik değer taşıyan hammaddeler söz konusuysa,  ekonomik kayba bu stratejik maddelere sahip olmanın ülkeye sağlayacağı siyasî pazarlık gücünün kaybı da eklenir.

 

Aslında bu konuda fazla söze gerek yok,  dünyadaki fiilî duruma bakmak yeterli.  Petrol örneğine bakacak olursak,  gerekli teknolojiye ve siyasî bağımsızlığa sahip hiçbir petrol ülkesinin petrol üretimine yabancı sermayeyi sokmadığını görüyoruz.   Bugün kendi ülkesindeki petrolü Amerikan ve İngiliz şirketlerine terk etmiş olan başlıca ülkeler listesinde daha devletleri kurulurken paçayı İngiltere’ye (dolayısıyla daha sonra ABD’ye) kaptırmış olan Arap ülkeleriyle bağımsız olunca Rus hegemonyasından bir an önce kurtulabilmek için Amerikan ve İngiliz petrol şirketlerine koşmak zorunda kalan Azerbaycan ve Kazakistan’dan başkasını göremiyoruz.   Venezuella’yı Amerikan hegemonyasından kurtarmak hedefiyle iktidara gelen Chavez’in ilk yaptığı iş petrol üretimini Amerikan şirketlerinin elinden almak oldu.   1979’da İran İslâm Devrimi de aynı şeyi yapmıştı.   Aslında daha önce 1953’te İran’ın milliyetçi başbakanı Muhammet Musaddık da İran petrollerini İngilizlerin BP’sinin elinden alıp devletleştirmişti.   O tarihte ABD-İngiltere ikilisi her ne hikmetse “Sermayenin milliyeti olmaz.   Bundan sonra petrolü biz çıkaracağımıza  İranlılardan satın alırız”  demek yerine darbe tezgâhlamayı tercih etmiş ve CIA damgalı bir operasyonla Musaddık alaşağı edilmiş,    petrol kuyuları yeniden BP’nin olmuştu. 

 

Tabiî günümüzde yabancı sermaye faaliyeti doğal kaynakların işletilmesi kapsamının dışında çok geniş alanlara yayılmış durumda.   Burada da iki temel kategori söz konusu:   Birincisi,  bir ülkedeki mevcut işletmelerin yabancı sermayeye devredilmesi;  ikincisi de yabancı sermayenin yeni tesisler kurması.   Genel bir kural olarak bunlardan birincisinin ekonomik sonuçları olumsuz,   ikincisininki ise ağırlıklı olarak olumludur.

 

Birinci kategori hakkında da fazla söze gerek yok.    Bu durumda herhangi bir iktisadî işletmenin faaliyeti sonucunda ortaya çıkan katma değerin aslan payı olan kâr (ki ekonominin motoru olan sermaye birikiminin kaynağı bu kârdır)  ülke ekonomisi içinde kalmak yerine sürekli olarak başka bir ekonomiye akar;  ülke ekonomisini büyütecek, ülkeyi kalkındıracak sermaye birikimi süreci zayıflatılmış olur.   Bu işten o ekonomide yalnızca işletmesini satan sermayedar kazançlı çıkar.   Ayrıca eğer söz konusu işletme ağırlıklı olarak ihracata çalışmıyorsa,  yabancı sermaye kârını sürekli anavatanına transfer edeceği için o ülke ekonomisinde katma değer kanamasının yanı sıra bir de ödemeler dengesinde sürekli bir döviz gideri kalemi ortaya çıkar.   Bugün itibarıyla bu sorun artık Türkiye’de de mevcuttur.   2009’un ilk 10 ayında Türk ekonomisi USD 8 mia.lık cari açık vermiştir.   Aynı dönemde yabancı sermayeli şirketlerin Türkiye dışına yaptıkları kâr transferinin toplamı ise USD 2 mia.dır.   Henüz Türkiye’de özelleştirme ve yabancıya satış furyasının başlamamış olduğu 2003 yılında ise yılın tamamında yurt dışına kâr transferinin yalnızca USD 248 mio.dan ibaret olduğunu görüyoruz.   Demek ki mevcut kuruluşların yabancı sermayeye satılmasıyla Türk ekonomisinin üzerine yılda USD 2 mi.alık,  yani geçen yıl için toplam cari açığın dörtte biri kadar bir döviz yükü binmiştir.    Yabancı sermayeye satılan işletmeler bir kuruşluk ihracat yapmasa dahi ekonominin diğer aktörleri onların kâr transferleri için her yıl 2 milyar dolar bulmak zorundadır ki,  döviz kurları üzerinde baskı oluşmasın.   Dar bir kesimin kısa vadeli çıkarları uğruna bütün ülkenin uzun vadeli çıkarlarının feda edilmesinin bundan daha iyi bir örneği zor bulunur.

 

Bir ülkenin varlıklarını yabancı sermaye teslim etmenin sakıncaları maalesef bu kadarla kalmıyor.   Satılan işletmenin ya da sektörün ekonomide oynadığı rolün önemine göre zaman içinde ülke ekonomisinin işleyişine ağır darbeler vuracak sakıncalar da ortaya çıkabilir.   Bu konuda çok çarpıcı bir örnek Brezilya’nın 1990’larda ülkenin elektrik üretim ve dağıtım şebekesini yabancı şirketlere satmasının bir süre sonra doğurduğu enerji krizidir.  Brezilya’da 1990’larda iktidara gelen Amerikancı liberal hükümetler ülkedeki belli başlı bütün kamu işletmelerini,  bu arada elektrik üretim ve dağıtımını da “özelleştirme” adı altında yabancı şirketlere sattı.   Derken 1999 Brezilya için çok kurak bir yıl oldu,  barajlarda yeteri kadar su toplanamadı,  bunun sonucunda yazın birçok hidroelektrik santralında üretim durdu,  buna bağlı olarak sanayi tesislerinin çalışma saatlerine kısıtlama getirildi,  bunun sonucunda üretim ve ihracat geriledi ve Brezilya ekonomisi durgunluğa girdi.   Bu kriz vesilesiyle ülkedeki enerji sektörü masaya yatırılınca elektrik üretimi şebekesini devralan yabancı sermayeli şirketlerin yıllardır ülkenin enerji üretim kapasitesini arttıracak hiçbir yatırım yapmadıkları ortaya çıktı.   Bu yüzden havalar biraz kurak gidince ülkedeki enerji ihtiyacındaki artışa paralel bir büyüme göstermemiş olan mevcut şebeke ihtiyacı karşılayamaz olmuştu.   Hal böyle olunca Brezilya elektrik şebekesi vaktiyle “Devletin üzerinden ağır bir yük kalkacak” propagandasıyla satılmış olsa da,  enerji darboğazını aşmak için mecburen yine Brezilya devleti kolları sıvadı ve yeni enerji yatırımlarına girişti.   Hani devletin üzerinden yük kalkıyordu?   Hani özelleştirmeyle işletmeler daha verimli çalışacak,  her şey güllük gülistanlık olacaktı?

 

Gelelim ikinci kategoriye,  yani gelişmiş bir ülkenin azgelişmiş bir ülkede sıfırdan bir işletme kurmasına.   Yabancı sermayenin bir ülkenin ekonomisinde olumlu rol oynayabileceği tek seçenek budur;  ama burada da nihaî bilanço her zaman olumlu olmayabilir.   Meselâ perakendecilik gibi ihracat yapmayan,  teknoloji gerektirmeyen,  buna karşılık büyük cirosu olan bir sektöre yabancı sermayenin yeni yatırım yaparak da olsa girmesinin uzun vadeli ekonomik sonuçları yukarıda ele aldığım örneklerden farksızdır.   Yabancı sermaye yatırımının ev sahibi ülke için ekonomik açıdan yararlı olmasının en önemli şartı o yatırımın ülkeye yeni bir teknoloji ve bilgi birikimi getirmesidir.   Söz konusu olan gelişen bir ülke olduğuna göre bu tür yatırımlar ülkenin sanayileşme sürecini hızlandırabilir.   Ama burada da otomatik bir başarı söz konusu değildir;  her şey ev sahibi devletin gücüne,  süreci iyi yönetebilmesine bağlıdır.    

 

Son 20 yılda yabancı sermayenin yatırım yapma arzusunu kendi ekonomisi için en iyi şekilde değerlendiren ülke şüphesiz Çin’dir.    Çin bu sayede büyük bir sanayi devi ve Batı dünyasının atölyesi olmuştur.   Yabancı sermaye olgusunu “Batı sermayesinin taleplerini yerine getirmek,  ne isterlerse yapmak” olarak algılayan bizim Amerikancı politikacılarımızın Çin devletinin bu süreci yönetmesinden alacakları çok ders vardır.   Yalnızca bir örnek vereyim:  Yabancı bir şirket Çin’de mevcut olmayan ve yüksek teknoloji gerektiren bir sanayi dalında bir işletme kurmak isterse,  Çin devleti bu şirkete aynı işletmeden bir tane de Çin devleti için kurması şartıyla izin vermektedir.   Böylece günün birinde ilgili yabancı şirket Çin’deki faaliyetini durdurmaya karar verse bile Çin bu sektörde yoluna devam edebilecektir.

 

Şimdi bu noktada Çin’den Türkiye’ye dönelim ve yabancı sermaye yatırımları ev sahibi devlet tarafından ülkenin kalkınma perspektifiyle uyumlu şekilde yönetilmez ve yönlendirilmezse neler olabileceğini çok taze bir örnekle görelim.   Olay Türkiye’nin büyük yabancı sermayeli işletmelerinden Renault ile ilgili.   Bu ayın ilk günlerinde medya manşetlerden Renault’nun yeni modeli Clio 4’ün tamamen Bursa’daki Renault fabrikasında üretileceğini müjdeledi.   Sonra?  Sonrasını yerli medyanın manşetlerinde göremediysek de hikâye burada bitmedi.   Renault’nun bu kararı durgunluk ve işsizlikle boğuşan Fransa’da hoş karşılanmadı.   Fransız hükümeti geçen yıl ülkedeki otomobil satışlarını 600 milyon euroluk sübvansiyonla desteklediği gibi,  Renault şirketine de 3 milyar euroluk sermaye yardımı yapmıştı.   Dolayısıyla Clio 4’ün tamamen Türkiye’de imâl edileceği duyulunca Cumhurbaşkanı Sarkozy Renault genel müdürünü makamına çağırarak kendisine “Biz Renault’ya bu kadar desteği fabrikalarını yabancı ülkelere taşısın diye vermedik.  Clio 4’ün üretim planını Fransa’daki fabrikalarınızdan tek bir işçi bile çıkartmanıza gerek kalmayacak şekilde değiştirin.” dedi.   Böylece uluslararası düzlemde sermayenin milliyetinin bir anlam ifade etmediği iddiasının gerçek dışı olduğu bir kere daha görülmüş oldu.

 

Başta ABD olmak üzere Batı medyasının ve onun papağanı olan yerli medyanın aylardır koparttığı “Bitti,  bitiyor” yaygarasına rağmen dünya krizinin bitmek bir yana,  bilâkis derinleştiğini hepiniz görüyorsunuz.   Kriz derinleştikçe Fransız hükümetinin gösterdiği tarzda ekonomik milliyetçi,  korumacı reflekslerin arttığını da hep beraber göreceğiz.    Bir süre sonra Türkiye’nin ilk aşamada Özal tarafından,  ama daha vahim şekilde 2000 yılından itibaren 57. hükümet (DSP,  MHP,  ANAP koalisyonu) tarafından içine itildiği “Üretme,  ihraç etme,  ithal et,  tüket,  ödemek için de borçlan!” sistemini sürdüremez olduğunu da göreceğiz.   O zaman 57. hükümet döneminden beri ekonomi politikalarını IMF’ye,  yani ABD ve AB’ye teslim etmiş,  AKP hükümetleri zamanında da sanayi ve altyapı envanterinin çok önemli bir bölümünü özelleştirmiş ve yabancı sermayeye satmış olan Türkiye nasıl ayakta duracak,  küresel krizin dev dalgalarına nasıl direnecek?    

 

İktidarıyla,  muhalefetiyle mevcut siyaset kurumunun bu soruya cevap bulmak gibi bir kaygısının olmadığını,  siyaset arenasındaki başlıca aktörlerin kısa vadeli idare-i maslahat zihniyetiyle hareket etmeyi sürdürdüklerini görüyoruz.   Zaten Meclisteki muhalefetin geçmişi ve yapısı bu konuda umut vermiyor:  MHP Türkiye’nin ekonomik kararlarını en küçük ayrıntısına kadar IMF’ye teslim eden,  Amerikalı Kemal Derviş’i ekonominin diktatörü yapan 57. hükümetin içindeydi.   Bu partinin o günlerden bu yana ciddî bir özeleştiri yapıp yeni bir rota çizdiğine,  en azından bu yönde bir çaba gösterdiğine dair bir belirti göremedik;  demek ki iktidara gelirse yine aynı telden çalması yüksek ihtimal.  

 

CHP her ne kadar bu IMF’ye teslimat operasyonunda bulunmadıysa da,  Deniz Baykal bu açığı kapatmak için 2002 seçimlerinde Kemal Derviş’i bir “siyaset yıldızı” havasına sokarak CHP milletvekili yaptı.   Bunu yapan bir liderin başbakan olduğu takdirde Türk ekonomisini IMF sultasından kurtaracak adımlar atması beklenebilir mi?   Gerçi CHP’de bugün Kemal Derviş yok,  ama onun yerine Baykal’ın ekonomi kurmayları olarak Amerikancı liberal kimliğiyle tanınan İlhan Kesici’yi ve Kemal Derviş’in Hazine Müsteşarlığına tayin ettiği Faik Öztrak’ı görüyoruz.    Bu da bana göre yeterince açık bir niyet beyanıdır.

 

Önümüzdeki yıllarda dünya krizinin derinleşmesiyle Türkiye’nin ekonomik sıkıntıları daha da ağırlaşacak,  toplum yapısını sarsacak boyutlara erişebilecektir.   Türkiye bir an önce Batı’da kriz hakkında üretilen propaganda çığlıklarına kulaklarını tıkayarak bu zorlu döneme fikren hazırlanmaya,  Türk ekonomisine ABD ve AB’nin vurduğu prangalardan kurtulmanın yollarını aramaya başlamalıdır.   Salt bu gerekçe bile artık yeni siyasî partilerin kurulmasını gerçekçi bir proje,  hatta bir zorunluluk haline getirmektedir.     


HUKUKÎ UYARI: selimsomcag.org sitesinde yer alan bilgi, haber ve yorumlar güvenilir olduğuna inanılan kaynaklardan derlenen veriler ve bunlara dayanan kişisel yorumlardır. Kamuoyunu aydınlatmak amacıyla yayınlanan bu bilgi ve yorumlar hiç bir şekilde tavsiye veya yatırım danışmanlığı niteliği taşımaz. Bu bilgi ve yorumlara istinaden yapılacak işlemler sonucunda doğabilecek zararlardan selimsomcag.org hiç bir şekilde sorumlu tutulamaz.

Copyright © 2014 Selim Somçağ. Her Hakkı Saklıdır.