“Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.”
Mustafa Kemal Atatürk
Türkiye Balkanlardan Yemen’e, Cezayir’den Kırım’a uzanan bir imparatorluğun parçalanmasıyla ortaya çıkmış bir ülkedir. Bu hanedanı ve hâkim zümresi Türk olan bir imparatorluktu; fakat uzun süre hâkim zümre imparatorluğu Dar-ül İslâm, kendisini de Müslüman olarak tanımladı. Bu sebeple bir Türkmen beyliğinden doğan bu imparatorlukta zaman içinde Türk olmayan Müslümanlar da hâkim zümreye dahil oldular. Hatta Hanedan nezdinde çoğu zaman Boşnak, Arnavut, Çerkez, Abaza, Kürt gibi gayritürk Müslüman anâsır Türklerden daha üstün tutuldu. Bu kökenlerden gelip yönetici sınıfa dahil olanlar kendilerini Müslüman ve Osmanlı olarak görürken, halk arasında da gayritürk Müslüman gruplar kendilerini Türkle bir ve eşit olarak imparatorluğun hâkim zümresine dahil hissettiler. Bununla beraber tarihî gelişim, kültürel, askerî üstünlük ve nüfus dengesi sonucunda imparatorluk her zaman Türk kaldı. Resmî dil ve imparatorluk içindeki lingua franca hep Türkçe oldu, bürokrasinin üst katmanının hemen tümüyle devşirmelerin elinde olduğu 15. asrın ikinci yarısı da dahil olmak üzere bürokrasinin ve ordunun ezici çoğunluğu hep Türk oldu. Ayrıca bazı fanatik Osmanlı düşmanlarının iddia ettiği gibi Osmanlı hâkim sınıfının Türk olduğunu unutması, hatta Türklüğü aşağılaması da söz konusu değildi. Osmanlılar Türk olduklarının bilincindeydiler; zaten imparatorluktaki bütün diğer etnik gruplar dahil olmak üzere bütün dünya onlara Türk, devletlerine Türk İmparatorluğu derken bunu bilmemeleri veya Türklüğü hakaret kabul etmeleri mümkün olamazdı. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bazı aydınların tepkisel Osmanlı karşıtlığı sonucunda sürekli olarak bazı Osmanlı tarihçilerine ait “Etrak-ı bîidrak” gibi Türkleri aşağılayan ifadelerini zikredip Osmanlı ideolojisinin Türk düşmanı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Halbuki bu ifadelerin bağlamına bakılırsa bunların daima Safevî taraftarı Türkmen ayaklanmalarına, Celâli isyanlarına katılanlar için kullanıldığı görülecektir. Birçok Osmanlı kroniğinde çok daha fazla sayıda Türkleri öven ifadeler de vardır. Olayısıyla “Etrak-ı bîidrak” edebiyatı çarpıtmadan başaka bir şey değildir. Ancak Osmanlının klasik devrinde bilinçli, siyasî bir Türkçülük de elbette yoktu. Milliyetçilik ideolojisinin olmadığı bu dönemde Osmanlı kendisini ancak Müslüman olarak tanımlayabilirdi.
19. yüzyılda din birliğinin de önemli katkısıyla Batı’dan gelen milliyetçilik düşüncesi gayrimüslim Osmanlı uyrukları arasında hızla yayıldı. Bu düşüncenin etkisinde başlayan ayrılıkçı hareketlerin çoğu Avrupa devletlerinin ve Rusya’nın çok önemli desteğiyle başarıya ulaştı, ve 19. yüzyıl içinde İmparatorluktan kopan geniş topraklarda birçok yeni Hıristiyan devleti kuruldu. Ancak Batılı emperyalistlerin derdi birilerini özgürleştirmek değil, Osmanlı coğrafyasına hâkim olmaktı; bu yüzden kışkırtmalar bu noktada durmadı. Önce Ermeniler gibi yaşadıkları yerlerde nüfusça azınlıkta kalan Hıristiyanları kışkırttılar, daha sonra Araplar, Kürtler gibi Müslüman kavimlere yöneldiler. Bu tablo karşısında İmparatorluğun ağırlıkla Türk olan yönetici zümresi de Türk milliyetçiliğini keşfetti. Yönetici elit içindeki diğer kökenlerden gelen Müslümanlar da derhal Türk oldular. 20 yüzyıl başında artık bu zümrenin hedefi İmparatorluğun ağırlıklı olarak Türk nüfusla meskûn toprakları üzerinde bir millî Türk devleti kurmaya dönüştü.
Bu uzun ve kanlı süreçte bu hedefe karşı çıkan Hıristiyan azınlıkların çoğu ülkeden tasfiye ve tard edildi. Anadolu’nun güneyinde Türklerle oldukça net bir etnik sınırla ayrılan, çok köklü bir kültüre ve tarihe sahip, ve Atlas Okyanusuna kadar uzanan geniş bir dünyanın parçası olduklarının bilincinde olan Arapların bu millî devlete katılması söz konusu olamazdı. Emperyalizmin dahli olmasa da onlarla el sıkışılacak, yollar ayrılacaktı. Arnavutlar Balkan Savaşıyla İmparatorluktan coğrafî olarak kopunca zaten bağımsızlık bir zorunluluğa dönüşmüş, Türklerin Arnavutlarla bir hesabı kalmamıştı. İmparatorluktan millî devlete geçişte yeni devletin sınırları içinde kayda değer nüfusa ve coğrafî dağılıma sahip Türk olmayan tek bir etnik grup kalmıştı: Kürtler. Bu etnik grubun bazı unsurlarının 1925-1937 arasında bir dizi isyana kalkıştığını, yaklaşık 40 yıllık bir sükûnet devresinden sonra yine bazı kesimlerinin 1970’lerden günümüze kadar süren bir ayrılıkçı terör hareketine destek verdiğini, buna karşılık bu etnik grubun ana kitlesinin Türkiye toplumuyla entegrasyonunun derinleşerek devam ettiğini biliyoruz.
Osmanlı yönetici zümresi millî devlet kurmaya yönelirken neden büyük bedeller ödemeyi göze alarak Kürtlerin bu devletin içinde yer almasında ısrarcı olmuş, daha doğrusu bunun aksini bir an bile düşünmemiştir? Öte yandan, Mütareke yıllarında Binbaşı Noel’lerden başlayan, son dönemde bütün Avrupa Devletleri, ABD ve Rusya’ya, bir dönem Suriye gibi komşu ülkelere kadar yayılan çok geniş uluslararası desteğe ve kışkırtmaya rağmen, 34 bin kişinin hayatına mal olan kanlı bir mücadeleye rağmen neden hiç bir zaman halk arasında etnik bir nefret ve çatışma ortaya çıkmamış ve entegrasyon hep derinleşerek sürmüştür? Yukarıdaki kısa tarihî değinmelerden anlaşılacağı üzere Kürtlerin Türklerle ilişkisi başlangıcından beri çok özel olmuştur. Kürtler Arnavutlar, Boşnaklar gibi Osmanlı fetihleri sonucunda Müslümanlaşmış bir halk değildir. Öte yandan Kürtlerin topraklarının Arap toprakları gibi Türkler tarafından fethedildiği de söylenemez. Ayrılıkçı tarihin sloganı olan “Kürdistan’ın Türklerce işgali, sömürgeleştirlmesi” diye bir olay tarihte vuku bulmamıştır. Bu iddialar hayal ürünüdür. Anavatanı Zağros Dağları olan Kürtler İslâm fetihleriyle Güneydoğu Anadolu’nun doğusuna kadar ilerlemişlerdi. Fakat Arap-Kürt karışımı Müslüman ordularının gücü Anadolu’da daha fazla ilerlemeye yetmedi. Alp Arslan Malazgirt’te Bizans ordusuyla karşılaştığında ordusunda yer alan 10 bin kişilik Mervanî askerinin bir kısmı Arap, çoğu Kürttü. Göçebe hayvancı hayat tarzları Türklerinkine çok benzeyen, fakat Türklere göre daha az örgütlü ve daha düşük bir kültür düzeyinde bulunan Kürtler bu tarihten sonra Anadolu’da hep Türklerle beraber hareket ettiler. Anadolu’nun fethine Türklerle beraber katıldılar ve bu fetihler sayesinde Anadolu’daki coğrafî dağılımlarını çok büyük oranda genişlettiler. Kürt aşiretleri Selçukluların Moğol istilâsıyla yıkılmasının ardından Doğu Anadolu’da kurulan Karakoyunlu devleti içinde yer aldı. Karakoyunlular göçer Kürt aşiretlerini Kara Ulus adı altında, kendilerine tâbi bir boy olarak örgütlediler. Kara Ulus daha sonra Karakoyunluların yerini alan Akkoyunlu devletinde de yerini korudu. Erzurum’un Hınıs, Bingül’ün Karlıova ve Muş’un Varto ilçeleri arasında yer alan Bingöl Dağı Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın yaylasıydı. Türkmenlerle beraber Kürtleri güneyden bu yaylalara Uzun Hasan getirdi. Otlukbeli savaşıyla Akkoyunlular Doğu Anadolu’dan silinince Osmanlı bu devletten geriye kalan Türkmen oymaklarını Boz Ulus adıyla örgütlerken Kara Ulusu da olduğu gibi devraldı. Rumeli’de ve Anadolu’da boş kalan toprakları şenlendirmek veya Hıristiyan nüfusa karşı denge sağlamak için Türkmenlerle beraber Kürtleri de iskân etti. 18. asırda tarım alanlarını genişletip vergi gelirlerini arttırmak amacıyla başlatılan geniş kapsamlı göçebe iskânı hareketinde de birçok Kürt aşireti yerleştirildi. Böylece Türkler Anadolu’ya geldiklerinde Diyarbakır’ın doğu ve güneyine kadar ilerleyebilmiş olan Kürtler kuzeyde Ardahan’a, batıda Sivas’ın doğusuna kadar uzanan bir coğrafyaya yayılma imkânı buldular. Ardahan Kürtleri, Uzunyayla Avşarlarıyla beraber 1828 Rus savaşından sonra bölgeye iskân edildiler ve kaynaştılar. Bugün Ardahan’daki Kürtçe konuşan fakat “Biz Avşarız” diyen, Avşar soyadı taşıyan ahali bunların torunlarıdır. Konya’da İnevi adlı bir köy olan Cihanbeyli, Sultan Abdülaziz’in doğudan getirdiği Cihanbeyli aşiretini iskân etmesiyle gelişerek bir kasaba oldu. Bu tür örnekler sayısızdır. Alevî Kürt ve Zazaların cemlerinde aynen Türk Alevîler gibi Türkçe deyiş ve gülbanklar okumaları da bu gruplardaki Alevîliğin Türk kökenli olduğunu, ayrıca çoğunun Türkmenlerle karışmış, iç içe geçmiş olduklarının göstergesidir. Bu örnekleri sonsuz sayıda çoğaltmak mümkündür. Anadolu’da Türklerle Kürtler ve Zazalar tarihte örneğine az rastlanacak ölçüde iç içe geçmişlerdir. Bu coğrafî olarak da böyledir. Kürt sorununu Bask sorunu gibi bir şey zanneden, Ankara’nın doğusunu görmemiş İstanbullu entel züppelerin sandığı veya PKK’nın göstermeye çalıştığı gibi Türkiye’de etnik olarak homojen geniş bir Kürt coğrafyası da yoktur. Doğunun en doğusunda Ahlat, Âdilcevaz ve Erciş Selçuklulardan bugüne kadar kesintisiz olarak gelen Türk şehirleridir. Son göç hareketleri başlayana kadar Van da öyleydi. Ya Diyarbakır? Süleyman Nazif, Ziya Gökalp, Cahit Sıtkı Tarancı... Bunların hepsi Türk olmaya çalışan Kürtler miydi? 1950’lere kadar suriçi Diyarbakır’da nüfusun çoğunun Türkçe konuşuyordu. Bu kadar Diyarbakır türküsünü TRT uydurmadı ya... “Kürdistan’ın başkenti” ilân edilmek istenen Diyarbakır’ın Çüngüş ilçesi de Türkmen. Haydi Çüngüş kuzeybatıya doğru kalıyor; ya Diyarbakır’ın güneydoğusundaki Bismil ve Çınar ilçelerinin Alevî Türkmen köyleri? Onlardan haberi var mı 2. Cumhuriyetçi entellerin? Doğuda güneydoğunun en ucu dışında Türklerin asırlardır yaşamadığı hiç bir il yok. Etnik Türk bulunmayan en uç bölgede de Kürtler dışında Süryanîler ve Araplar var. Birbirlerinin dillerini anlayamayan, Türkçe anlaşmak zorunda olan, fakat bölücülerin nedense Kürt saydığı Zazaları da Kürt kabul etsek bile tablo böyle. Bu tablo içinde Türkiye’yi kuranlar da, Türk halkı da, Kürtlerin Çoğunluğu da hiç bir zaman Kürtlerin Türklerden ayrılabileceğini düşünmedi ve bunu istemedi. Kürt her zaman Anadolu Türk’ünün kardeşi ve ayrılmaz parçası olarak görüldü. Bu 1000 yıllık beraberlik ve kaynaşmanın doğal sonucuydu.
Denebilir ki: “Bütün bunlar doğru olabilir ama, bu insanların Kürtçe diye ayrı bir dili var, bunlar ayrı bir kavim. Dolayısıyla özerklik, hatta bağımsızlık hakları.” Bugün kimsenin Kürtlerin ayrı diline, bu dilin konuşulup öğretilmesine bir şey dediği yok. Ne var ki bu kadarı ayrı bir devlet olmak, uluslaşmak için hiç yeterli değildir. Bugün dünyada geniş tanımlamayla (meselâ Azerî Türkçesini Türkçesinin lehçesi kabul etmek şartıyla) 2500 kadar dil var. Dar tanımlamayla dil sayısı 5000’i aşıyor. Milliyetçilik teorilerini bir yana bırakalım. Bugün dünyada 5000 devlet var olabilir mi? Tarihî süreç içinde bu 5000 etnik gruptan belki 100 kadarı bir millet olmanın şartlarını sağlayabilmişlerdir. Birçok durumda bu aşamaya gelemeyen etnik gruplar, başka grupların oluşturduğu millî oluşumların içinde yer almışlardır. Batı’nın büyük milletleri oluşurken bu kaynaşma genellikle işgal ve fetihle gerçekleşmiştir. Kürtlerin Türklere iltihakı ise kendi istekleriyle barış içinde olmuş ve bu iki etnik grup Anadolu’da yüzyıllarca beraber hareket ederek kaynaşmışlardır. Bu uyum 19. yüzyıldan itibaren önce Rusların, sonra İngilizlerin, daha sonra da hemen herkesin kışkırtmalarıyla bozulmak istenmiştir. Unutmayalım ki Türkler Anadolu’ya Göktürk Yazıtlarıyla, Divan-ı Lûgat-it Türk’le, Ahmet Yesevî ile gelirken modern döneme kadar Kürtçenin başlıca yazılı edebiyat eseri ancak 17. asırda yazılmış olan Mem u Zin’di. Türk Ötüken’den, Yenisey, Orhun kıyılarından devlet kura kura 300 içinde Anadolu’ya ulaşıp Bizans’ın yerini alırken, Kürt Fırat’ın ötesine geçebilmek için 300 yıl Türk’ün Anadolu’ya gelmesini beklemiştir. Millî devletler çağında elbette bu iki farklı tarihin sonucu farklı olacaktır, olmalıdır. “Radikal” arkadaşlar için şu notu da vereyim: Marx ve Engels de her kavmin millet olamayacağını iyi bilirlerdi. Bu yüzden Avusturya ve Rusya otokratizmini güçlendireceği için küçük Balkan kavimlerinin ayrılıkçı hareketlerine karşı çıkmışlar, Balkanlarda Osmanlı egemenliğini desteklemişlerdir. Engels’in bu konuda Doğu Avrupa bağlamında yazılmış “Tarihsiz Halklar Sorunu” diye bir makalesi de vardır. Bolşeviklerin “Bütün halklara özgürlük” ilkesi ise teorik temeli sağlam olmayan, Çarlığa karşı Rus olmayan kavimleri yanlarına çekmek için ortaya attıkları bir slogandı. İktidara geldikten sonra bunu kendilerinin ne kadar uyguladıklarını da Sovyetler dağılınca herkes gördü.
Bütün bu argümanların ötesinde en önemli nokta Kürt çoğunluğunun Millî Mücadelede ve Cumhuriyetin Kuruluşunda Türklerin yanında yer almış olmalarıdır. Millî Mücadeleye katılan, anadili Türkçe olmayan bütün Anadolu Müslümanları ise Türkiye Cumhuriyeti adında, resmî dili Türkçe olan bir devletin kuruluşuna katılarak Türk Milletinin bir parçası olmuşlardır. Dünyanın bellibaşlı milletlerinin çoğu da aynen bu şekilde, çeşitli kavimlerin aslî bir etnik unsur çevresinde birleşmesiyle meydana gelmiştir. Bu anlamda Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna katılan herkes, anadili ne olursa olsun Türktür, ve bu uzlaşmadan 80 yıl sonra kurucu unsurlardan bazılarının birlikten çıkmak istemesi temsilî demokrasinin olağan mekanizmaları içinde değil, birlik nasıl kurulduysa o yöntemler içinde halledilir; yani silâhla. Bu çerçevede Edirnelilerin veya Erzurumluların Türkiye Cumhuriyetinin bütünlüğünü sorgulamasıyla, Şırnaklıların, Cizrelilerin sorgulaması arasında da hiç bir fark yoktur. Böyle bir sorgulama demokrasinin gereği de değildir. Demokrasi kurlmuş olan devletin işleyişine dair kararların halkın onayıyla alınmasıdır. Demokrasi demek devletin kuruluş ilkelerinin ikide bir ameliyat masasına yatırılması, devletin varlığının sürekli sorgulanması, ikide bir oylanması demek değildir. Bu olsa olsa demokrasinin ve devletin krizidir. Hele hele bu iş Batı emperyalizminin emir ve talimatıyla yapılıyorsa (AB süreci adı altında bir süredir yapılageldiği gibi) söz konusu olan, devletin intihar etmek üzere boğazına ilmeği kendi elleriyle geçirmesidir. Türkiye’de Kürtlere zaten mevcut olan kültürel haklar dışında herhangi bir idarî, siyasî hak verilmesi söz konusu olamaz, çünkü Kürtler Türklerle beraber Cumhuriyetin kurucu unsurlarından bir ve Türk Milletinin bir parçasıdır. Bu konuda Bask, Korsika, İrlanda gibi Avrupa’daki bazı azınlıkların durumundan da doğrudan örnek alınamaz, çünkü yukarıda anlatıldığı gibi burada iki kavim arasındaki tarihî ilişki hepsi işgale dayanan Avrupa örneklerinden çok farklıdır. Batı’nın bu konudaki tek amacı böl ve yönetten başka bir şey değildir. Emperyalizmin aldatmacasına kanıp da 1000 yıldır kardeşi olan Türk’ten kopmak isteyen Kürd’ün sonu Batılılara köle, uşak olmaktır. İşte Batılı istihbarat örgütlerinin elinde oyuncak olan Abdullah Öcalan, işte Amerikalıların emrinde Müslümanlara kurşun sıkan Barzani ve Talabani... Günümüzde başta ABD’nin ve İsrail’in, daha arka planda Avrupa devletlerinin müdahaleleriyle her geçen gün daha çok yangın yerine düşen bir coğrafyanın ortasında büyük güçlere yem olmadan ayakta kalabilmemiz için Türkiye Cumhuriyetini kuran bütün unsurların Cumhuriyete bayrağı etrafında toplanması, aralarındaki sorunları emperyalist güçleri devreye sokmadan, kendi içlerinde halletmeleri şarttır.