SELİM SOMÇAĞ
Ekonomik Danışmanlık

Bağımsız, Objektif, Güvenilir



Latin Amerika'da Sol Dalga (Cumhuriyet Strateji, 28 Mart 2005)


Dünya ekonomisiyle İspanyol ve Portekiz sömürgesi olarak bütünleşen Latin Amerika ABD'nin 1823'te Monroe doktrinini ilan etmesinden itibaren ABD'nin siyasi nüfuzu altına girmeye başlamıştır.   II. Dünya savaşından sonra ABD'nin dünyanın iki süper gücünden biri haline gelmesiyle Latin Amerika'daki ABD etkisi de zirveye ulaşmış,  bölgenin neredeyse tamamı Amerika'nın siyasi ve ekonomik hegemonyası altına girmiştir.   Bu dönemden 1980'lere kadar bölge ülkeleri çoğunlukla Amerikan güdümündeki askeri diktatörlükler tarafından yönetilmiştir.   Üzerindeki Amerikan hegemonyası sebebiyle Latin Amerika doğal olarak dünya ekonomisini başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri lehine yönlendirmeyi amaçlayan Dünya Bankası ve IMF'nin ürettiği politikaların başlıca laboratuarı olmuştur.   Bu bağlamda Batı kapitalizminin karşılaştığı tıkanma sebebiyle Washington'daki adı geçen merkezlerde 1980'lerde pişirilmeye başlanan küreselleşme reçeteleri de (Bu konuda bkz “Kürselleşme Nedir?”,  Selim Somçağ,  Cumhuriyet Strateji,  14 Şubat 2005) ilk olarak Latin Amerika ülkelerinde uygulamaya konmuştur.
12 Eylül rejimi ve ardından gelen Özal devri sebebiyle Latin Amerika ile aynı zamanlarda Türkiye'de de uygulamaya konduğu için bu reçetenin neler içerdiği Türk halkı tarafından da gayet iyi bilinmektedir:   Karma ekonominin,  kamu planlamasının terk edilmesi,  her türlü KİT'in haraç mezat özelleştirilmesi,  ithalat kısıtlamalarının ve tarımsal desteklemenin tasfiye edilmesi,  ekonominin her türlü devlet müdahelesinin kötü,  piyasa mekanizmasının ise kusursuz olduğu inancına göre şekillendirilmesi,  uluslararası sermaye hareketlerinin ve her türlü dövizli işlemin serbest bırakılması,  borsaların kurulması (varsa geliştirilmesi),  devletin tahvil ihracıyla borçlanmasının teşvik edilmesi,  yüksek reel faiz uygulanması.   Doğal olarak bu neo-liberal plan Latin Amerika'da da Türkiye'dekine benzer sonuçlar verdi.   Yüksek reel faizin veya özelleştirilen karlı şirketlerin cazibesi sayesinde ilk yıllarda bu ülkelere akan Batı sermayesi döviz bolluğu yaratıp ithalatı ucuzlatarak geçici bir refah dönemi yarattı.   Ancak bir süre sonra gelen yabancı sermayeye ödenen yüksek reel faizler ve büyük kamu işletmelerinin yabancı sermayeye satılması sonucu ortaya çıkan kar transferleri bütçe ve milli geliri olumsuz etkilemeye başladı.   İkinci aşamada düşük döviz kurunun yarattığı ithalat patlaması bu ülkelerin çoğunda yüksek cari açıklar yarattı.   Böylece bölge ekonomileri Batı finans sermayesine kırılgan bir bağımlılık içine girmiş oldular.   Bu kırılgan yapının yarartığı kriz potansiyelinin fitilini ise yine aynı sebeplerden kaynaklanmış olan 1997 Uzakdoğu krizi ateşledi.   Krizin bütün gelişmekte olan ülkelerden sermaye kaçışına yol açması yüzünden 1999'dan itibaren başta sıcak parayla en çok haşır neşir olan Brezilya ve Arjantin olmak üzere bütün bölge ekonomileri sarsılmaya başladı.   Birçok ülkede büyüme,  istihdam ve gelir dağılımındaki gerilemeler kronik hale gelirken Arjantin örneğinde görüldüğü üzere bazen de akut krizler patlak verdi.   2000'li yıllarda Latin Amerika'nın bazı ülkelerinde yükselen sol dalga işte bu 1990'ların neo-liberal ekonomi politikalarının yarattığı ekonomik bunalım ortamının bir sonucu olarak ortaya çıktı.   Bu genel değerlendirmeden sonra sol dalganın etkili olduğu belli başlı Latin Amerika ülkelerini kısaca ele alalım.   
 
Latin Amerika turumuza bölgenin yüzölçümü,  nüfus,  ekonomik ve askeri potansiyel olarak en büyük ülkesi olan Brezilya'dan başlayalım.   Neo-liberal politikalar özünde finans sermayesinin çıkarları ekseninde şekillenmiştir;  bu yüzden  finansal karları tehdit eden enflasyon neo-liberal anlayışa göre bir ekonominin en önemli,  hatta belki de tek sorunudur  (Türkiye'de Kemal Derviş'in çıkarttığı Merkez Bankası kanunundan sonra Merkez Bankasının temel amacını fiyat istikrarı olarak tanımladığını hatırlayalım.).   Bu yüzden Brezilya'da da 1994'te Real Planı denen bir çeşit döviz çapası uygulamaya kondu.   Bunun sonucunda iki yıl içinde enflasyon düştü ama Brezilya parası da % 22 oranında değerlendi;  buna bağlı olarak Brezilya'nın cari açığı artmaya başladı.   Türkiye'ye benzer bir KİT sistemine sahip olan Brezilya aynı dönemde bunları büyük bir hızla özelleştirerek Batı sermayesine sattı.   Bu işlem ilk başta toplu para getirirken bir süre sonra KİTleri alan yabancı sermayeli şirketlerin elde ettikleri karları anavatanlarına transfer etmeye başlamalarıyla önemli bir dış açık kaynağı haline geldi.    Böylece bu iki etkene bağlı olarak Brezilya 1990'ların ikinci yarısında büyük cari açık veren bir ekonomi oldu.   Bu açığı karşılamak için Brezilya Eurotahvil ihracı yoluyla dış borçlanmasını arttırdı.    Tabii bir süre sonra bu tahvillerin faiz ödemeleri de cari açığı şişirmeye başladı.   Kısacası neoliberal politikalar ve IMF reçetesiyle dezenflasyon her yerde olduğu gibi Brezilya'da da ekonomide son derece kırılgan ve dışa bağımlı bir yapı yarattı.   Uzakdoğu krizinin Latin Amerika'ya yansımasıyla Brezilya büyük cari açığını finanse edemez hale geldi ve Ocak 1999'da devalüasyon yapmak zorunda kaldı.   Zaten dünyada gelir dağılımının en bozuk olduğu ülkeler arasında yer alan Brezilya'da mevcut ekonomik sıkıntıların üzerine bir de devalüasyon eklenince 2002 seçimlerinde ülkeyi 1994'ten beri yönetmekte olan Başkan Cardoso'nun partisi PMDB büyük bir yenilgiye uğrarken,  ünlü İşçi Partisinin (PT) önderi Lula oyların % 61'ini alarak büyük bir zafer kazandı ve böylece Brezilya'da ilk defa solun iktidarı başladı.   Ne var ki bu sol iktidarın üçüncü yılına baktığımızda ekonomik politikalar ve IMF ile ilişkiler açısından daha önceki liberal iktidardan ancak ayrıntı düzeyinde farklılaşan bir tablo görebiliyoruz.   Zaten bunun böyle olacağı 2002 yazındaki seçim kampanyası sıarasında  ortaya çıkmıştı.   1984'te sol Katoliklerden sosyal demokratlara,  Troçkistler dahil her tondan marksistlere,  bir yandan da topraksız köylü hareketine (MST) ve büyük bir sendikal konfederasyona (CUT) dayanarak kurulan PT aslında uzun süre oldukça radikal bir programı savunmuş ve 1990'larda ele geçirdiği birçok belediye ve eyalet yönetiminde bu programı kısmen uygulamaya da koymuştu.   Fakat Ekim 2002 seçimi öncesinde,  Mayıs ayında  yapılan kamuoyu yoklamalarında PT'nin önde gittiği ortaya çıkınca Merrill Lynch ve Morgan Stanley gibi Amerikan yatırım bankaları Brezilya tahvillerini satmaya başladılar.   Buna bağlı olarak Brezilya parası değer kaybetmeye başladı ve faizler yükseldi,  cari açığın finanse edilememesi ve dış borç ödemelerinin yapılamaması tehlikesi belirdi.   Bunun üzerine Ağustosta IMF Brezilya'ya USD 30 mia.lık bir kredi paketiyle yardıma hazır olduğunu açıkladı,  fakat bu yardım karşılığında başkan adaylarının seçilirlerse IMF politikalarını devam ettireceklerini taahhüt etmelerini istedi.   Lula iktidara bu sözü vermiş olarak geldi.   Hatta kampanya sırasında IMF'ye faiz dışı bütçe fazlasını milli gelirin 3.75'i düzeyinde tutmayı taahhüt etmişken,  iktidara gelince bu oranı “uluslararası yatırımcılara güven vermek için“ % 4.25'e çıkardı.   Dolayısıyla Brezilya'daki işsizlik ve yoksulluğun temel kaynağı olan çok büyük dış borç ödemeleri ve kar transferleri,  ve bunların gerektirdiği,  büyümeyi ve sosyal harcamaları kısıtlayacak kadar  yüksek bir faiz dışı bütçe fazlası halen devam ediyor.   Bunun sonucunda da şu anda Brezilya'da hala resmi işsizlik oranı ülke genelinde % 12,  Sao Paulo'da % 20 gibi çok yüksek bir düzeyde.   Gelir dağılımında da herhangi bir düzelme yok.   Öte yandan büyüme hızı da  yetersiz ve kamu borçları artmaya devam ediyor.   Buna karşılık geçmiş iktidar dönemiyle tek fark yoksulluk ve açlıkla mücadeleye bütçeden biraz daha fazla kaynak ayrılması.  Yani bünyedeki iltihap devam ediyor,  fakat hasta aspirinle biraz rahatlatılıyor.   PT'nin IMF'nin Ağustos 2002'deki teklifine hayır diyebilmesinin tek yolu dış borçları yeniden yapılandırmaya ve yabancı sermayeli şirketlerin kar transferlerini sınırlamaya karar vermesi olabilirdi;  fakat  çok uzun süredir ABD'nin arka bahçesinde yer almış ve son 20 yılda hemen her türlü sınai ve altyapı yatırımını yabancı sermayeye devretmiş bir ülkede bunu yapmayı göze alamadığı anlaşılıyor.   Bu yapılamadığı için PT'nin anti-küreselleşmeci ve anti-emperyalist söylemi şimdilik sözden ibaret kalmaya mahkum.   Lula Castro ve Chavez'le dayanışma mesajları teati etse de şu an için Brezilya'nın Batı'nın ekonomik hegemonyasından,  bu arada IMF vesayetinden kurtulması gündemde değil.   Bütün bunlara rağmen IMF ile olan ilişkisinde Brezilya'nın hiç bir zaman kendisini Türkiye kadar ezdirmediğini,  her zaman belli bir pazarlık gücünü koruduğunu da bir dipnot olarak ekleyelim.   Bu bakımdan Türkiye'nin Brezilya'dan hem olumsuz,  hem de olumlu anlamda alacağı dersler var.
 
Arjantin'in küreselleşme macerası da birçok bakımdan Brezilya'nınkine paralel.   Ancak 1990'ların başında Arjantin ekonomisi büyüme (daha doğrusu büyüyememe) ve enflasyon bakımından Brezilya'dan daha kötü durumda olduğundan bu ülkede kurtuluş reçetesi olarak kur çapası değil,  ondan daha katı bir sistem olan para kurulu benimsendi.   Mart 1991'de yürülüğe giren para kurulu sisteminde 1 peso 1 dolara eşitlendi;  böylece devalüasyon bir anda sıfıra düşerken enflasyon da buna bağlı olarak gerilemeye başladı.   IMF damgalı para kurulunun sağladığı itibar sayesinde Arjantin'e sıcak para akmaya başlayınca 1980-1990 döneminde küçülmüş olan ekonomi hızla büyümeye başladı.   İlk beş yıl her şey görünüşte çok güzel gitti,  fakat kur çapası mantığına dayalı her dezenflasyonda olduğu gibi   Arjantin pesosunun dolar karşısındaki değeri % 69 oranında arttı.   Reel kurdaki aşırı değerlenmenin sonuçlarını Türkiye'nin son altı yılından iyi biliyoruz:  Aşırı değerlenen yerli paranın yarattığı servet etkisiyle patlayan iç tüketim ve ithalat,  yerinde sayan ihracat,  kötüye giden cari denge.   Bunlar aynen Arjantin'de de yaşandı.   1990’da USD 2 mia.a yakın cari fazla veren Arjantin ekonomisi 1994’e gelindiğinde USD 10.3 mia. cari açık veriyordu.   Arjantin’de artık geminin yüzmeye devam etmesi yurt dışından gelecek büyük boyutlu sermaye girişine bağlıydı.   1990’ların ilk yarısındaki gelişmekte olan piyasalar modası ve 1991-1994 arasında USD 20 mia tutarında özelleştirme yapılması sayesinde Arjantin kolayca dış finansman buldu.   Fakat 1996’dan itibaren özelleştirilecek, satılacak aktiflerin tükenmesiyle tamamen dış borçlanmaya ağırlık verdi.   Gelinen noktada cari açık para kurulu yüzünden artmaktayken artık bir de yapılan aşırı dış borçlanmanın faiz ödemeleri yüzünden artmaya başlamıştı.   Artık Arjantin ekonomisinin kaderi uluslararası sermaye hareketlerinin insafına kalmıştı.   1997 Uzakdoğu,  ardından 1998 Rusya krizleri Arjantin’deki kaçınılmaz sonu sadece çabuklaştırdı.   Bu krizlerin yarattığı ortamda sıcak para bütün gelişmekte olan piyasalardan kaçmaya başladı.   1999’da Brezilya’nın bu çalkantılı ortamda dış dengesini korumak için devalüasyon yapmasıyla Arjantin büyük komşusuna mal satamaz oldu,  dış açığı artarken milli geliri de düşmeye başladı.   Bu şartlar altında bile Arjantin’in akıl hocası IMF kendi ürünü para kurulu uygulamasına son vermeye yanaşmayarak Arjantin’i uluslararası yatırımcılara güven vermesi için daha sıkı bir maliye politikasına yöneltti.   Bunun sonucunda 1998’de % 12 olan işsizlik oranı 2001’de % 20’ye dayandı.   Bu ortamda Aralık 2001’de Arjantin gösterilerle,  protesto eylemleriyle sarsılmaya başladı.   Ülke artık yönetilemiyordu.   Bir ay içinde üç hükümet değişikliği oldu.   Nihayet 1 Ocak 2002’de işbaşına gelen Peronist Partiden Duhalde para kurulunun sona erdiğini ilan ederek devalüasyonun önünü açtı.   Ancak bu ortamda ekonominin bir çöküşe sürüklenmesini engellemek için yurt dışına sermaye kaçışını engellemek gerekiyordu.   Tabii Amerikancı liberal iktidar bunu gerçekleştiremediği için ülkede bankacılık sisteminin % 80’ine sahip olan yabancı bankalar döviz rezervlerini yurt dışına transfer ettiler ve Arjantinlilerin mevduatlarını dolar olarak ödemeyi reddettiler  (Halbuki para kurulu sisteminde 1 peso her an için 1 dolara çevrilebiliyordu).   Böylece milyonlarca insan hem işsiz kaldı,  hem de servetinin büyük bölümünü devalüasyonla yitirdi.   Bu kaos içinde Arjantin’in dış açığını finanse etmesini sağlayan dış borç devridaimi kesintiye uğradığı için 2001 sonundan itibaren Arjantin hükümeti Eurotahvil geri ödemelerini durdurdu.  Halkın isyan halinde olduğu,  politikacıların sokağa çıkamadığı bir ortamda yapılan Mayıs 2003 seçimlerinde Peronist Partinin sol kanadından Nestor Kirchner oyların yalnızca % 22’sini alarak başkan oldu.    Zafer konuşmasında anti-emperyalist ve anti-liberal bir söylem kullanmış olsa da Kirchner bir peronist;  Lula gibi sosyalist bir geçmişi yok.   Siyasi çizgisi en fazla sosyal demokrat olarak tanımlanabilir.   Fakat Kirchner’in moratoryumu bir emrivaki olarak kucağında bulması ve Arjantin halkının olağanüstü boyutta politize olması Kirchner’i kamu borçları ve IMF ile ilişkiler konusunda Lula’dan çok daha radikal davranmaya yöneltti.   2001 sonunda durdurulmuş olan Eurotahvil geri ödemelerini başlatmadığı gibi Arjantin’in IMF’ye olan borçları konusunda kıran kırana bir pazarlığa girişti.   Sonuçta IMF’ye yapılacak borç geri ödemesi miktarları çok azaltılırken,  buradan sağlanan bütçe kaynakları yoksulluk ve işsizlikle mücadeleye ve kamu yatırımlarına ayrıldı.     Bu sayede Arjantin 2004’te % 8’lik bir büyüme yakalamayı ve işsizliği azaltmayı başardı (Arjantin’in işsizlikle mücadeledeki önemli başarısı için bkz “İşsizlik Kapitalizmden,  Çözüm Arjantin’den”, E. Ahmet Tonak,  Radikal, 15 Şubat 2005).     Şu anda da Arjantin özel yatırımcılara olan Eurotahvil borçlarının % 75’ini silen bir planı tamamlamak üzere.   Şimdiye kadar sağlanan anlaşamayla USD 81 mia.lık borç  USD 34 mia.a indi.   Bütün yatırımcılarla anlaşma sağlanırsa bu miktar daha da azalacak.   Bütün bunlar olurken Türkiye’de finans sermayesinin sözcülüğünü yapan televoleci iktisatçıların öne sürdüğü gibi Arjantin dünyadan kopup ortaçağ hayatına falan da sürüklenmedi,  bilakis ekonomisini ve toplumsal yapısını uçurumun eşiğinden kurtardı.   Arjantin’in son döneminden Türkiye’nin alması gereken birçok ders var.   Öte yandan Kirchner’in radikalizminin kendi tercihi olmaktan çok Arjantin halkının ve şartların zorlamasının ürünü olduğunu da unutmamak gerekir.   Arjantin’de durumun tamamen normale dönmesiyle yeniden neo-liberal ekonomik modele geri dönüş ihtimali hala çok yüksek,  çünkü Kirchner borçları ödememek ve maliye politikasını değiştirmekle beraber neo-liberal dönemde oluşan ekonomik yapılara ve mevzuata dokunmadı.   Ayrıca Irak işgali için askere ihtiyacı olan ABD Arjantin’den Haiti’de görevlendirilmek üzere asker isteyince bu teklifi kabul ederek anti-emperyalizminin sözde kaldığı kuşkusunu da yarattı.   Özetle,  son üç yılda neo-liberal politikalara başkaldırsa da Arjantin’in orta vadede ABD’nin siyasi ve ekonomik nüfuzundan ne ölçüde sıyrılabileceği halen belirsiz.
 
Venezuela’da ise Brezilya ve Arjantin’den oldukça farklı bir hikayeyle karşılaşıyoruz.    Venezuela dünyanın en büyük petrol üreticilerinden biri,  dolayısıyla petrol ihracatı sayesinde bu ülkenin dış açık sorunu yok,  dış borçları ise makul düzeyde.    ABD petrol ithalatının en büyük kısmını bu ülkeden yapıyor.   Doğal olarak Latin Amerika’nın arka bahçeleştirilme sürecinde ABD kendisi için çok önemli olan bu ülkede petrol gelirlerini ve iktidarı ABD güdümündeki küçük bir yönetici zümrenin tekeline vermişti.   Bu yapı içinde Venezuela milli gelirinin üçte biri ve ihracatın dörtte üçü ABD’ye yapılan petrol satışlarına dayanıyor,  buna karşılık gıda dahil tüketim maddelerinin % 80’i ithal ediliyordu.   Öte yandan ülkede petrol üreten ABD şirketleri Venezuela devletine çok küçük bir pay veriyorlar ve doğru dürüst vergi de ödemiyorlardı.   Bu yüzden Venezuela halkının geniş kesimleri kitlesel işsizlik ve derin bir yoksullukla karşı karşıyaydı.   Chavez 1999’da iktidara gelince ekonomide kalkınmacı ve bölüşümcü politikalara yöneldi ve yoksulluğu ve işsizliği azaltmada önemli başarılar sağladı.   OPEC’teki gücünü kullanarak o zamanlar 8 dolara kadar düşmüş olan petrol fiyatlarının yükselmesinde rol oynadı. ABD petrol şirketleriyle yapılan anlaşmaları yeniden düzenleyerek devletin aldığı payı arttırdı ve vergi kaçaklarını ortadan kaldırdı.   Bütün bunlar Venezuela ekonomisine büyük yarar sağlarken ABD’yi rahatsız etti.   Küba ile yakın ilişkiler kurması ve Venezuela hava sahasını ABD’nin askeri uçaklarına kapatması ABD’nin rahatsızlığını iyice arttırdı.   Nihayet ABD 2001 sonundan başlayarak kendi güdümündeki “sivil toplum” kuruluşlarıyla Venezuela’da iç karışıklık yaratmaya çabaldıktan sonra Nisan 2002’de kendisine bağlı bazı subaylara darbe yaptırarak Chavez’i devirmeye çalıştı.   Chavez gözaltında tutulurken halkın meclis binası çevresinde toplanarak Chavez lehine gösteri yapmasıyla darbeciler başkanı serbest bırakmak zorunda kaldı ve darbe girişimi çözüldü.   Tabii Chavez ile ABD arasındaki mücadele devam ediyor.   ABD’nin arka bahçesindeki bir ülkede kurduğu tatlı petrol düzenini bozan Chavez rejimini kolay kolay kabullenmesi beklenemez.   Nitekim geçen ay Venezuela hükümeti ABD’yi Chavez’e suikast düzenlemeye çalışmakla ve Venezuela çevresine gizlice deniz piyadesi birlikleri yerleştirmekle itham etti.    Chavez hem Kirchner’den,  hem de Lula’dan farklı olarak tutarlı bir halkçı,  bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist çizgi izleyebiliyor.   Brezilya ve Arjantin’den farklı olarak ekonomi alanında ağır dış borç yükü,  büyük cari açık,  önemli ölçüde yabancı sermayenin eline geçmiş bir üretim yapısı gibi sorunlar elini bağlamıyor.   Buna karşılık Chavez halen ABD’nin yoğun siyasi baskısı ve askeri saldırı tehdidi altında.    İktidarını koruyup koruyamayacağını zaman gösterecek.
 
Bu genel manzara çerçevesinde Latin Amerika’da genel bir sol ya da halkçı-antiemperyalist hareketin başarı kazanarak bölgedeki ABD hegemonyasını yıkmaya başladığını söyleyebilmek için henüz çok erken.

HUKUKÎ UYARI: selimsomcag.org sitesinde yer alan bilgi, haber ve yorumlar güvenilir olduğuna inanılan kaynaklardan derlenen veriler ve bunlara dayanan kişisel yorumlardır. Kamuoyunu aydınlatmak amacıyla yayınlanan bu bilgi ve yorumlar hiç bir şekilde tavsiye veya yatırım danışmanlığı niteliği taşımaz. Bu bilgi ve yorumlara istinaden yapılacak işlemler sonucunda doğabilecek zararlardan selimsomcag.org hiç bir şekilde sorumlu tutulamaz.

Copyright © 2014 Selim Somçağ. Her Hakkı Saklıdır.