Kapitalist ekonomik sistemin sağlıklı işlemesi için bazı denkliklerin sağlanması gerekir. En başta üretim ve tüketim az çok eşit olmalıdır, aksi takdirde üretilip de satılamayan mallar kitlesel iflaslara ve üretken sermaye birikiminin yok olmasına yol açar. Daha orta vadede, sistemin devamı için tasarruf ve yatırımların denkliği sağlanmalıdır. Artan yatırımlar sonucunda artan üretim kapasitesinin efektif taleple başabaş büyümesi için ise daha da katı bir şart sağlanmalıdır: Ortalama büyüme hızı ekonomideki tasarruf oranıyla ekonominin sermaye-hasıla katsayısının oranına denk olmalıdır. Ancak kapitalizmde üretim ve nihai tüketim kararları da, tasarruf ve yatırım kararları da büyük ölçüde birbirinden bağımsız birimlerce verilmektedir. Dolayısıyla sistemin işleyişinde bu temel dengeleri otomatik olarak sağlayacak bir mekanizma yoktur. Hele uzun vadeli dengeli büyüme şartında işin içine sermaye-hasıla oranı gibi teknik katsayılar girip, bunların tasarruf oranı gibi davranışsal parametrelerle uyum sağlaması söz konusu olunca işler daha da karışır; bir ekonominin uzun vadeli istikrarlı büyüme rotasına oturma ihtimali neredeyse bir vatandaşın Milli Piyangodan büyük ikramiyeyi kazanma ihtimaline yaklaşır. Özetle, kapitalizm içsel, yapısal olarak dengesizliklere, istikrarsızlığa ve hatta krizlere açık bir sistemdir. Nitekim gerçekleşmeye baktığımızda gelişmiş kapitalist ekonomilerin hiç birinin bırakın uzun vadeyi, orta vadede bile istikrarlı, dengeli büyüme hızları sergileyemediğini, ayrıca zaman zaman dünya ekonomisinin şiddetli krizlerle sarsıldığını görürüz. 1873-1893 arasındaki ve 1914'ten 1940'lara, hatta 1948'e kadar süren dünya kapitalizminin iki büyük bunalımının varlığı her görüşten iktisatçı ve iktisat tarihçisi için su götürmez olgulardır.
Şu ana kadar krizin teorik olabilirliğini gördük. Pratikte ise krizler genellikle kar oranlarının düşmesi, sistemde biriken sermayenin yeni yatırım, değerlenme alanları bulmakta güçlük çekmesiyle belirir. 1970'lerin ikinci yarısında Batı ekonomilerinde ortaya çıkan sorun tamı tamına budur. OPEC petrol şoku sadece tedricen olgunlaşmakta olan eğilimlerin ortaya çıkışını hızlandırmıştır, sorunun sebebi değildir. 1948'den 1970'lerin ortalarına kadar sürdürülebilen, iktisat tarihinde kapitalizmin altın çağı denen dönemde sanayileşmiş dünya ekonomileri yılda ortalama % 5 büyümüştü. Bundan önceki uzun durgunluk döneminde, yani 1914-1948 arasında bu oran % 2'nin altındaydı. Kapitalizmin altın çağını II. Dünya Savaşından dolayı bir yandan kamu harcamalarının çok artması, öte yandan başta Almanya ve Japonya olmak üzere birçok ülkenin sabit sermaye stoklarının yok olması, ayrıca savaş sırasında ortaya çıkan yeni teknoloji ürünlerinin savaş sonrasında tüketim ihtiyaçlarını köklü biçimde değiştirmesi gibi etkenler yaratmıştı. Bu etkenler sayesinde kitlelerin tüketim ihtiyaçları ile istihdam ve üretim artışı, öte yandan ekonomilerin sabit sermaye yatırımı ihtiyacı ile tasarruflar uzun süre uyum içinde artabildi. Bu sayede Batı ülkeleri tarihte benzeri görülmemiş bir refah düzeyine ulaştılar. Ancak zaman içinde altın çağı başlatan etkenlerin etkisi silindi ve kapitalizmin doğasından kaynaklanan, tesadüfi, kaotik dengesizlik etkenleri ön plana çıkmaya başladı. Bu da 20 küsur yıl boyunca kesintisiz devam eden sermaye birikiminin tökezlemeye başlamasına yol açtı. Karlardaki düşüş yatırımları azaltınca istihdam artışı durdu, artan işsizlik toplumsal refahı geriletmeye başladı. Büyük şirketlerin baskısıyla doğrudan işgücü piyasasına müdahale edemedikleri için, devletler artan işsizliğe sadece genişlemeci maliye politikalarıyla çözüm getirmeye çalıştılar. (Halbuki gerçek Keynezyen politika doğrudan istihdam yaratır.) Tabii bu da istihdamdan çok enflasyon yarattı. 1980'lerin sonunda Batı kapitalizmi bir çıkmazın içine girmiş görünüyordu.
Bu çıkmaza karşı Batı sermayesinin ilk tepkisi ekonomide üretilen katma değerin sermaye ve emek arasındaki paylaşımını sermaye lehine değiştirmek oldu. ABD'de Reagan ve İngiltere'de Thatcher önderliğinde sosyal devlete savaş açılmasının ve karlılığı yerinde olan KİTlerin özel sektöre devredilmesinin anlamı buydu. Böylece 1980'ler Batı dünyasında işçi ücretlerinin 1950'lerden beri ilk defa ciddi boyutta gerilediği bir dönem oldu. Ne var ki gerileyen ücretlerle halkın alım gücü de düştüğü, bu sefer de üretilen mallara talep bulma sorunu ortaya çıktığı için bu operasyonun sınırlarına çabuk ulaşıldı. Gelinen nokta sermayeye gereken karlılığı sağlamadığından 1990'ların başında Batı sermayesine yeni alanlar açılması için küreselleşme hareketi başlatıldı. (Bkz “Küreselleşme: Süreç mi, Dayatma mı?”, Cumhuriyet Strateji, Sayı 33). Bu açılım da Batı'daki sermaye birikiminin devasa boyutu karşısında sadece palyatif bir çözüm olabildi. Bunun üzerine 1994'ten itibaren ABD sermayesi ve devleti, birçok elektrikli aygıtın günlük hayata girmesiyle tüketim ve üretimin sıçrama yaptığı 1950'lere benzer bir atılım için harekete geçti: Artık insanlığın hayatında yeni bir devrim meydana geliyordu. İnternet sayesinde bilgisayar kitleler için gelişmiş bir hesap makinası ve daktilo olmaktan çıkarak bütün dünyayı birbirine bağlıyor ve hayatın birçok alanını bilgisayar-internet üzerinden düzenlemek mümkün oluyordu. Ayrıca bilgisayar-internet-cep telefonu üçlüsünün işyerlerine ve iş süreçlerine hakim olmaya başlamasıyla verimlilikte de büyük artışlar, hatta sıçramalar ortaya çıkacaktı. Bu yapısal dönüşüm sayesinde artık ekonominin kuralları da değişiyor, bir “Yeni Ekonomi” doğuyordu. Artık kapitalizmde uzun büyüme dönemlerinin ardından ortaya çıkan karsızlık ve durgunluk dönemlerinin de sonu gelmişti. Çünkü “Yeni Ekonomide” verimlilik artışı internet-bilgisayar teknolojisindeki ilerlemeye bağlıydı. Bu alandaki teknolojik gelişme ise hiç durmuyordu.
Bizim gibi klasik ekonomi geleneğine bağlı iktisatçılar için bu senaryo saçmalıktan başka bir şey değildi. Ama karların giderek düştüğü bir dünyada her geçen gün sahiplerinin elini daha çok yakan atıl sermaye birikimi bu masala balıklama atladı; atlamak zorundaydı. Böylece silikon vadisi edebiyatıyla süslenen yeni ekonomi masalı Amerika'nın menkul kıymet borsalarını şişirmeye başladı. Yıllarca 4,000 civarında gezinen Wall Street endeksi üç yıl içinde 10,000'in üzerine çıktı. Borsa her gün yükseliyordu; çünkü başta Batı Avrupa ve Japonya olmak üzere zengin dünyanın her yerinden ABD borsalarına, dolayısıyla Amerikalıların cebine para akıyordu. Bu dönemde ABD'de nüfusun % 70 küsuru hisse senedi sahibi oldu. Lise öğrencileri harçlıklarını çıkarmak için ders aralarında cep telefonuyla hisse senedi alıp satmaya başlamışlardı. Demek ki 1994-2000 arasında ABD nüfusunun en az yarısının menkul kıymet şeklindeki serveti ikibuçuk katına çıkmış oldu. Ayrıca medyada yazılıp çizilenlere göre bu furya daha epey zaman, hatta sonsuza kadar sürecekti. Bu tablo Amerikalıların kara günler için para biriktirmeyi, yani tasarruf etmeyi bırakmalarına yol açtı. Daha önce % 10'larda seyreden tasarruf oranı borsaların yükselmesine paralel olarak hızla geriledi ve 2003'te % 0.4'e kadar düştü. Tabii bu tasarrufa ayrılan fonların tüketime yöneltilmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla bu dönemde Amerika'da tüketim patladı, bunun sonucunda da milli gelir hızla arttı. 1993-2000 döneminde ABD ekonomisi % 4 gibi, 1960'lardan beri görülmemiş bir ortalama büyüme hızına ulaştı. İşsizlik oranı da 1970'den beri ilk defa % 4'ün altına düştü. Adeta Amerikan ekonomisi 1950'lerin, 1960'ların altın çağına geri dönmüş gibiydi. Ama sadece adeta...
Altın çağda büyümenin motoru Amerikan sermayesinin yaptığı sabit sermaye yatırımlarının yarattığı istihdam ve efektif talep artışıydı. Şimdi ise bilgi çağı, internet ve cep telefonu devrimi hakkında kopartılan bütün yaygaraya rağmen Amerika'nın elindeki sermaye stoku, yatırım yapılabilir sahalara kıyasla çok ama çok fazlaydı. Amerikan vatandaşının tüketim harcamalarını arttırması ise gelirinin artmasından değil, borsadaki portföyü sebebiyle zenginleştiğine kanaat getirdiği için tasarruf etmekten vazgeçmesinden kaynaklanıyordu. Bu sistemin yakıtını başta Batı Avrupa ve Japonya olmak üzere dış dünyanın birikimlerini ABD borsalarına yatırması sağlıyordu. Bu arada yükselen refahla ABD bilişim-yarı-iletkenler dışındaki sanayi alanlarında rekabet gücünü de yitirmişti. Bu yüzden Amerikalıların artan tüketimi giderek daha büyük oranda ithal mallarla karşılanıyordu. Dünyanın geri kalanından Amerika'ya akan finansal yatırımlar da doları diğer paralara karşı güçlendirdiğinden zaten ithal mallar devamlı ucuzluyordu. Böylece 2000'li yıllara ABD çok tüketen, fakat o ölçüde üretmeyen, dolayısıyla büyük dış açık veren bir ülke olarak girdi. 2004'ün ikinci yarısında ABD'nin cari açığı milli gelirinin % 5.7'si gibi muazzam bir boyuta ulaştı. Başta Uzakdoğu ülkeleri, onun ardından Batı Avrupa olmak üzere dünyanın geri kalanı bu dönemde Amerika'ya yaptıkları net ihracat sayesinde büyüyebildi. 1995-2002 arasında dünya ekonomisindeki toplam büyümenin % 98'ini Amerikalıların tüketim artışı sağladı.
Bu arada 2000'li yıllarla beraber internet-bilgisayar-cep telefonu bileşiminin üretim süreçlerinde ve tüketim kalıplarında beklenen boyutta bir dönüşüm yaratmadığı, hisseleri genellikle NASDAQ adlı ayrı bir borsada işlem gören “yeni teknoloji” şirketlerinin çoğunun da kar edemediği ortaya çıkmaya başladı. 2001 yılı ABD borsalarında yedi yıldır aralıksız süren çıkış hareketinin sonu oldu. Bunun ardından ABD'nin cari açığının da büyümeye başlamasıyla ABD borsalarına yönelik özel yatırım akışı tökezlemeye başladı. Borsalarda beliren çöküş riskine müdahale edilmediği takdirde tersine dönecek servet etkisinin Amerika'daki tüketimin çok düşmesine, dolayısıyla resesyona yol açacağı kesindi. Bunun üzerine Amerikan merkez bankası FED piyasaya likidite pompalayarak, faizleri düşürerek finansal piyasaları yüzdürmeye başladı. Bunun ardından da “Yeni Ekonomi” furyasından Amerika'ya büyük boyutlu ihracat yaparak büyük yarar sağlayan Uzakdoğu ekonomilerinin müdahalesi geldi. Başta Çin, Japonya ve Güney Kore olmak üzere bu ülkelerin merkez bankaları ABD'ye mal satarak edindikleri dolarlarla sistematik bir şekilde Amerikan devlet tahvillerini almaya başladılar. Aksi takdirde “Yeni Ekonomi” balonunun patlamasından ve Amerika'nın büyük cari açığından dolayı özel yatırım akışı da azaldığı için ABD doları hızla değer yitirecek, bu da ABD'nin ithalatını azaltacak, bu durumda ekonomik büyümeleri çok büyük ölçüde ABD'ye yaptıkları net ihracata bağlı olan bu ülkeler de zarar görecekti.
İşte dünya 2005 yılına böyle garip bir uluslararası ekonomik yapı içinde girdi. Halen Amerika'nın tüketim harcamalarının artışı dünya büyümesinin temel kaynağı olmayı sürdürüyor. Amerika'nın başlıca sınai mal tedarikçisi, başlıca üretim üssü ise Çin merkezli Uzakdoğu bölgesi. ABD bu bölgeyle yaptığı dış ticarette büyük açık veriyor. Ancak bölge merkez bankaları ülkelerinde biriken dolar fazlasını tekrar ABD'ye yönlendirdiklerinden bu büyük açık bölge paralarına karşı henüz bir dolar devalüasyonuna yol açmadı. Fakat şüphesiz bu kırılgan bir denge. Şu anda ABD devlet tahvili stokunun üçte birinden fazlası dış ülkelerin, bu miktarın yarıdan fazlası da Japonya ve Çin'in elinde. Resmi rezerv olarak Japonya'nın elinde 825 milyar dolar, Çin'in elinde 500 milyar dolar, Güney Kore'nin elinde 200 milyar dolar bulunuyor. ABD'ye mal satmayı sürdürmek istiyorlarsa bu rezervleri her geçen gün yeni alımlarla arttırmaları gerekiyor. Aslında yaptıkları mal satıp karşılığında kağıt parçası almak. Bir ülke, bu dünyanın en büyük ekonomik gücü olsa bile, mütemadiyen büyük bir bütçe açığı ve büyük bir cari açık veriyorsa er geç parasının değeri düşer ve tahvillerinin ödenebilirliği sorgulanır. Yani günün birinde parası ve tahvilleri gerçekten kağıt parçasına dönüşebilir. Bu yüzden Uzakdoğu ekonomileri bugün bir paradoks içinde. ABD, ekonomisindeki iki açığı yakın zamanda kapatmayı başaramazsa bu ülkeler Amerika'ya sonsuza kadar kağıt karşılığı mal satamazlar. Aksi takdirde günün birinde ellerinde biriktirdikleri yüzlerce milyarlık dolar cinsi finansal varlık paçavraya dönebilir. Dolayısıyla bugün ABD ve Uzakdoğu arasında gördüğümüz alışveriş, daha doğrusu dolar devridaimi geçici, kısa vadeli bir çözümdür; kalıcı olamaz. Bu çıkmaza 1929 benzeri bir krizle Amerika'nın elindeki devasa sermaye stokunun değersizleşmesi, kısmen yok olması dışında kesin bir ekonomik çözüm de görünmüyor. Çünkü mevcut şartlar altında yalnız ABD'de değil, dünyada bile bu sermayenin tamamının yatırıma yöneltilmesi durumunda ortaya çıkacak üretimi massedecek boyutta bir talep yaratılamaz. Fakat ABD'yi yönetenlerin ABD ekonomisinin böyle bir yıkıma doğru sürüklenmesine seyirci kalması da söz konusu olamaz, çünkü hızla büyüyen Çin bu durumda kısa sürede dünyanın bir numaralı gücü haline gelir ve ABD'nin dünya hegemonyası bir daha geri gelmemek üzere sona erer.
Görüldüğü gibi süper güç Amerika aslında ekonomisinin yapısal sorunları sebebiyle iyice sıkışmış durumda. Ekonomik sıkışma yetmezmiş gibi bir de başta Çin olmak üzere ufukta yavaş yavaş Amerika'nın dünya jandarmalığın sorgulamaya hazırlanan siyasi-askeri rakipler de beliriyor. İşte Amerika'yı çok büyük riskler içeren, gerçekleştirilmesi pek mümkün görünmeyen Büyük Ortadoğu Projesine yönelten tablo bu; bazılarının sandığı gibi bir avuç fanatik Hristiyanın hasbelkader Amerikan seçimlerini kazanmış olması değil. İçinde bulunduğu objektif durum ABD'yi böyle riskli bir çıkış planına zorladı. Bu zorunluluk sonucunda bu planı uygulayacak kadar gözükara bir ekip toparlandı ve iktidara getirildi .
ABD yapısal ekonomik sorunları sebebiyle dünya hegemonyasını kaybedeceğini gördüğü için, önleyici bir vuruş yaparak dünyanın bütün petrol ve doğal gaz kaynaklarını tekeline alıp başta Çin olmak üzere kendisine rakip olabilecek bütün güçleri denetleyebilmek amacıyla Büyük Ortadoğu Projesini tasarladı. Afganistan'ın ve Irak'ın işgali projenin ilk iki adımı olarak gündeme geldi. Irak'ın kısa sürede denetim altına alınıp Irak petrollerinin işletilmesiyle hem savaş masraflarının karşılanması, hem de ABD’nin bütçe açığı ve cari açığının kapatılması planlanmıştı. Ne var ki bu hesap tutmadı; Irak’ta direniş beklenenin üzerinde oldu ve petrol kuyuları ancak kısmen işletilebildi. Bu durumda savaşın bütçeye getirdiği yük de beklenenin çok üstüne çıktı, bütçe açığı ve cari açığın artışı hız kazandı. Bunun sonucunda uluslararası finans piyasalarında euro-dolar paritesi 1.35’e kadar tırmandı. Finans piyasalarında matematik kadar psikoloji de etkili olur, o yüzden kritik rakamlara fazla bel bağlamak yanlış olabilir. Bununla beraber dolar-euro paritesinde 1.35’in önemli bir seviye olduğunu söyleyebiliriz. Birçok saygın Amerikalı iktisatçı doların değeri 1.35’in altına yerleşirse yabancı merkez bankalarının ve özel yatırımcıların ellerindeki dolar cinsi varlıkları boşaltmaya, en azından yenisini almamaya başlayacakları düşüncesinde. Bu şu anda Amerika’nın başındaki ekonomik felaket senaryosu. Bu durumda ABD cari açığını finanse edemez, böylece Amerika derin bir resesyonla ve kitlesel işsizlikle karşılaşabilir. Bu da neo-con iktidarın ve dünya hegemonyasını sürdürme projesinin sonu olur. Dolayısıyla ABD’nin son haftalarda BOP’u hızlandırmaya çalışmasını, bu bağlamda Suriye ve İran üzerindeki baskıyı arttırmasını Ocak ayında sözel müdahaleyle 1.36’dan döndürdüğü doların yeniden 1.32’lere gelmesine bağlayabiliriz. Türkiye’ye yönelik ”Amerikan aleyhtarlığına son ver” baskısını da aynı çerçevede görmek ve BOP’un kilidi olması planlanan bir kukla Kürt devletinin tanınması talebi olarak değerlendirmek gerekir. Küreselleşen dünyada Uzakdoğuluların dolar satışları Türkiye’ye ve Türkmenlere peşmerge kurşunu olarak yansıyabilir.