İstanbul'un coğrafî konumu ve doğal yapısı sayesinde yakın zamana kadar şehrin çevresinde avlanmak mümkündü. Fetihten itibaren İstanbul ahalisi şehir civarında, özellikle de Haliç ve Boğaz sırtlarındaki kırlık ve ormanlık arazide avlanıyordu. Ava elverişli arazinin bir bölümü koru adı altında padişahın avlanmasına tahsis edilmiş olup buralarda başkalarının avlanması yasaktı. 16-18. yüzyıllar arasında Frenklerin korularda avlanmalarını men etmek için yazılmış olan fermanlardan, bu avlaklardan bazılarının Kağıthane'den su kemerlerine uzanan bölge; Beykoz, Tokat Bahçesi ve Akbaba arasındaki bölge; Halkalı ve Belgrad Ormanı yakınındaki Arnavutköy olduğu anlaşılmaktadır. I. Ahmed İstanbul'da Üsküdar, İstavroz (Beylerbeyi), Tersane ve Davutpaşa bahçelerinde avlanırdı. Bununla birlikle padişahların doğancı, şahinci, zağarcı, seksoncu gibi avcı birlikleriyle sürek avı düzenledikleri asıl avlakları Trakya'da, Çatalca'dan Edirne'ye uzanan bölgedeydi. 1853'te yaptırılan Ihlamur Kasrının "av köşkü"olarak nitelenmesi, o tarihte bile, şehrin hemen kenarında iyi av yapılabildiğini göstermektedir. İstanbul'da sadece kara hayvanları değil, su kuşları da avlanabiliyordu. Melling'in 18. yy'a ait bir gravüründe o zaman yer yer sazlıklarla kaplı olan Haliç'in iç kısımlarında tüfekle yaban ördeği avlandığı görülmekledir.
Türkiye'de geleneksel av silahı ok ve yaydı. Padişah ve devlet ricali kuş avını doğanlarla yapmayı tercih ederdi. Geyik, karaca gibi hayvanlar ise zağarlar tarafından bulunup kıstırıldıktan sonra okla vurulurdu. 18. yüzyılda ağızdan dolma çakmaklı tüfekler ok ve yayın yerini aldı. 20. yy başında da fişek atan kırma tüfekler kullanılmaya başlandı.
Evliya Çelebi 17. yüzyılda en çok avlanan kuşlar olarak yabankazı (Anser ve Branta türleri), yabanördeği (Anas, Aythya, Netta vs türleri), turna (Grus grus), toy (Otis tarda), balıkçıl (Ardea ve Egretta türleri), turaç (Francolinus francolinus), keklik (Alectoris chukar),çil keklik (Perdix perdix), karatavuk (tahminen ormantavuğu: (Tetrao urogallus)) ve sülünü (Phasianus colchicus) sayar; memelilerden ise, geyik (Cervus elaphus) ve karacadan (Capreolus capreolus) söz eder.
20. yüzyıl başına gelindiğinde, bu liste epey değişmiş; turaç ve ormantavuğunun İstanbul çevresinde soyları tükenmişti. Turna ve balıkçıllar ise artık av kuşu olarak kabul edilmiyordu. Turna ve balıkçıl tüyleri başta yeniçeriler olmak üzere birçok askerî sınıf mensubu tarafından sorguç olarak başlıklarına takılırdı. Eti makbul olmayan bu kuşların eski devirde yalnızca tüyleri için avlandıkları tahmin edilebilir. Gözde av kuşları olmaya devam eden sülün, keklik ,çil keklik, ördek ve kazın yanı sıra, İstanbul'da av kuşları arasına, çulluk (Scolopax rusticola), su çulluğu (Gallinago gallinago) ve bir kumru türü olan üveyik (Streptopelia turtur) katılmıştı. Geleneksel av hayvanlarına göre daha küçük oldukları için eskiden avlanmaya değer bulunmayan, Anadolu'da 20. yüzyıl başında bile avlanmayan bu kuşların İstanbul'da avlanmaya başlanması 19. yüzyılda İstanbul hayatının birçok cephesinde kendisini gösteren Avrupa, özellikle de Fransa etkisine bağlanabilir. Avın daha kıt olduğu Fransa'da bu türler geleneksel olarak avlanıyordu. Bu türlerden çulluğa uzun süre İstanbul avcıları tarafından Fransızca 'becassine'den "bekas" denmesi de bu modayla ilgilidir. Bu dönemin av kuşları arasında, son olarak, etinin lezzetiyle tanınan bıldırcını (Coturnix coturnix) zikretmek gerekir. Başlıca memeli av hayvanları ise tavşan (Lepus europaeus), karaca ve yabandomuzu (Sus scrofa) idi. Geyik Istranca Ormanlarında varlığını sürdürmekle birlikte artık İstanbul çevresinde görülmüyordu. Sansar (Martes foina), tilki (Vulpes vulpes), çakal (Canis aureus) ve kurt (Canis lupus) özel olarak avına çıkılmayan, rastgeldiğinde veya evcil hayvanlara zarar verdiğinde vurulan türlerdi.
20. yüzyıl başında İstanbul'da keklik, çil keklik ve sülün gibi her mevsim avlanması mümkün olan yerli kuşlar azaldığından, av kuşu olarak güzün geçit yapan bıldırcın ve kışlamaya gelen çulluk, ördek ve kaz başta geliyordu. Doğu Avrupa ovalarında üreyen bıldırcınlar kışı Afrika'da geçirmek üzere göç ederlerken Türkiye'den geçerler. Eylül ve Ekim aylarında bıldırcınlar Karadeniz'i geçtikten sonra kendilerini bitap durumda Türkiye kıyılarına atarlar. Sahile gece varan bıldırcınlar ertesi günü dinlenerek ve beslenerek geçirirler ve bu sırada avlanırlar. Geçit kuşu olduğu için en akla gelmedik yerlerde bile görülmesine rağmen, İstanbul'da bıldırcın avı en çok Rumeli yakasında Bakırköy'ün ilerisinden başlayıp Büyükçekmece'ye kadar uzanan kırlık arazide, özellikle Avcılar, Ambarlı, Beylikdüzü. Hadımköy ve Haramidere'de, Karadeniz kıyısında Karaburun'da, Anadolu yakasında ise Maltepe'den Kartal'a uzanan alanda yapılırdı. İstanbul'da bıldırcın fermacı, yani koklayarak yerini bulduğu avı burnuyla işaret ederek avcıya gösteren av köpekleri yardımıyla, av tüfeği ile avlanıyordu. Karadeniz kıyılarında ise ahali geceleri ateşle veya lamba ışığı ile cezbettikleri bıldırcınları ağlarla yakalardı. Kimi zaman kuşlar çok bitkin düştükleri için elle bile yakalanırdı. Bu şekilde tutulan bıldırcınların bir bölümü İstanbul'a kafeslerle gönderilir, Beyoğlu Balıkpazarında canlı canlı satılırdı. Bıldırcın mevsiminde bazı günler hiç kuş olmaz, bazı günler de her adımda bıldırcın kalkardı. Kuşun çok bol olduğu günlere, İstanbul avcıları İtalyanca gün anlamında "giornata'dan curnata derlerdi. İstanbul'da gece şiddetli karayel estiğinde ertesi gün bıldırcın bol olurdu.
İstanbul'da bıldırcın avcılarının pîri Sadrazam Koca Reşid Paşanın torunu Veliyeddin Kocareşid'di. Veliyeddin Bey Küçükçekmece ile Büyükçekmece arasında bulunan Yakuplu Köyü yakınındaki çiftliğînde 1889'dan 1934'e kadar her yıl bıldırcın avlamıştı. Bu zaman zarfında bir mevsimde 3,394 kuşla en çok bıldırcını 1893'te vurmuştu. Günlük rekorunu da 404 kuşla aynı yılın 13 Eylülündeki curnatada kırmıştı. Bütün avcılık hayatında vurduğu bıldırcın sayısı ise 49 bindi.
İstanbul'da tüfekle bıldırcın avlayanların yanısıra bu kuşu atmaca (Accipiter nisus) ile avlayanlar da vardı. Bütün yırtıcı kuşlarda olduğu gibi atmacanın da dişisi erkeğinden daha iri ve güçlü olduğundan, bu iş için dişi atmaca kullanılırdı. Atmacayla bıldırcın avcılığı 1970'li yıllara kadar Haramidere'de sürüyordu.
Doğu Avrupa ve Rusya'nın ormanlarında üreyen çulluklar kasım ayından itibaren kışı geçirmek üzere Türkiye'ye gelmeye başlarlar. Özellikle şiddetli tipilerin ardından çulluk curnatası olduğundan çulluk avına çıkmak için böyle havalar beklenirdi. Nemli ormanlarda yaşayan çulluğun tüylerinin rengi orman zeminindeki kuru yapraklarla kusursuz bir uyum gösterdiği ve ürkünce sindiği için, bu kuşun avı fermacı köpeklerle yapılırdı. Yüzyıl başında Boğaz'ın her iki yakasındaki köylerin arkalarındaki ağaçlıklarda bile çulluk boldu. Boğaz'daki yalı ve köşk sahipleri çulluk avını kendi korularında yaparlardı. Şehrin büyümesiyle birlikte çulluk avı için Rumeli yakasında Belgrad Ormanı, Anadolu yakasında Ömerli, Elmalı çevresi gibi daha geniş ormanlık alanlar tercih edilmeye başlandı. Curnatalarda İstanbullu bir avcının 50, hatta 100 çulluk vurması olağandı. Fransız etkisiyle çulluk İstanbul'da seçkin zümrenin ve lüks lokantaların menüsüne dahil olduğu için büyük sayılarda ağlarla yakalanır ve Beyoğlu Balıkpazarındaki tavukçu dükkanlarında satılırdı.
İstanbul'da ördek avı Ağustos sonu ve Eylül başında, İstanbullu avcıların (herhalde bıldırcın mevsimine denk düştüğü için) bıldırcın ördeği dedikleri çıkrıkçın {Anas querquedula) avı ile başlardı. Diğer ördek türleri gibi kışı ılıman kuşakta değil Afrika'da geçirdiği için erken göç eden çıkrıkçınlar Ağustos sonundan Eylül sonuna kadar İstanbul'un Karadeniz tarafında, Kilyos ve Kavaklar'da sabah ve akşam geçit yaparlardı. Bunu sadece meraklı ördek avcıları bilirdi. Bu avın tatsız tarafı, o havalinin çoğu balıkçı olan ahalisinin avcının etrafında bekleşerek vurulan ördekleri kapışmak adetinde olmasıydı. Eğer avcı atik davranıp vurduklarından kapamazsa kapışılan ördekler üzerinde hak iddia edemeyeceğinden eli boş kalabilirdi.
Asıl ördek mevsimi ise Kasımda havaların soğumasının ardından kışlamak üzere büyük sürülerin gelmesiyle başlardı. Özellikle Tuna ağzı donunca İstanbul'a çok ördek geldiğinden ördek avcıları her gün gazetelerde Tuna'nın donduğu haberini ararlardı. Kışın avlanan başlıca ördek türleri yeşilbaş (Anas platyhyrnchos), boz ördek (Anas strepera), fiyo (Anas penelope), çamurcun (Anas crecca), kılkuyruk (Anas acuta), kaşıkçın (Anas clypeata), Macar ördeği (Netta rufina), elmabaş patka (Aythya nyroca), pasbaş patka (Aytbya ferruginea), karabaş patka (Aythya marila) ve tepeli patka (Aythya fuligula} idi. Bunlardan eti en makbul sayılan yeşilbaştı. İstanbul'un başlıca ördek avlakları Küçükçekmece ve Büyükçekmece gölleriydi. Uzak olduğu ve fazla ördek tutmadığı için Terkos Gölüne pek rağbet edilmezdi. En basit ördek avı yöntemi parlama avıydı. Bu, kasık veya boy çizmesiyle sazların arasında gezerek kalkan ördekleri vurmaktan ibaretti. Parlama avında düşen ördekleri alması için köpek de kullanılabilirdi. Güme avı ise daha teferruatlı fakat daha verimli bir yöntemdi. Güme göl kenarında avcıların gizlenerek av yapmasına yarayan tahtadan bir odacıktır. Güz başında sular çoğalmadan, kıyıda toprak kazılarak açılan bir çukura oturtulur. Toprak fazla kazılırsa su çıkacağından, üstten yükseltilmesi durumunda ise ördekler ürkeceğinden, güme içinde ayakta durulamayacak kadar alçak olur. Göle bakan cepheye mazgal denen küçük pencereler açılır; bunların arkasına da ateş ederken dirsek dayamak için bir tahta konur. Güme tamamlanınca üstüne teneke mıhlanır; bunun üzerine de toprak dökülerek çimlendirilir. Gümenin içi muşamba, kilim ve minderlerle döşenir. Isınmak için gümede mangal yakılır. Ördekler mühreler aracılığıyla gümenin önüne indirilir. (Göllerde kuluçkaya yatan ördeklerin yumurtaları toplanarak yavrular çıkartılır ve evcil ördek gibi yetiştirilir. Bunlara mühre denir.) Mühreler ayaklarındaki fırdöndülü meşin kösteklerden, dişiler bir tarafa, erkekler bir tarafa olmak üzere, gümenin önünde suya çakılı kazıkların anısına gerilmiş iplere bağlanır. Mühreleri gören, daha çok da seslerini işiten yabanördekleri yanlarına konmak üzere inerlerken gümedeki avcılar tarafından vurulur. 1980'lere kadar Büyükçekmece Gölünde az sayıda güme bulunuyordu. Üçüncü ördek avlama yöntemi ise İstanbul'a özgüydü. Ördekler Büyükçekmece ve Küçükçekmece gölleri arasında gidip geldikleri için bazı avcılar iki göl arasındaki tepelerden avlanırlardı.
Çekmece göllerinde ördek kadar olmamakla beraber, özellikle karlı havalarda kaz da avlanırdı. En çok boz kaz (Anser anser), daha seyrek olarak sakarca kaz (Anser albifrons), ara sıra da ala kaz (Branta ruficollis, Sibirya kazı da denir) vurulurdu. Kemerî kuğu (Cygnus olor) ve sarıca kuğu da (Cygnus cygnus) av kuşu kabul edilir ve avlanırdı.
Eskiden İstanbul avcılarının bir bölümü yalnızca ördek avına çıkar, başka avlarla ilgilenmezdi. Güme ve mühre avını bunlar yapardı. Ördek avcıları ördekçi kahvesi denen, biri Fatih'te, biri de Sultanahmet'te. Dikilitaşın karşısında bulunan iki kahvede toplanırlardı.
1970'lerde Küçükçekmece Gölü su kirliliği ve çevresindeki yoğun yapılaşma nedeniyle ördeklerin barınabileceği bir yer olmaktan çıktı. 1985'te şehir suyuna bağlanması için Büyükçekmece Gölünün önüne bir baraj yapıldı. Bunun sonucunda su seviyesi çok yükselince göl, ördeklerin beslenmesine elverişsiz hale geldi. Böylece Çekmece göllerinde ördek avı tarihe karışmış oldu.
20. yüzyıl başında Belgrad Ormanında ve Beykoz'dan Şile'ye ve Ömerli'ye uzanan ormanlık alanda karaca ve yabandomuzu avlanıyordu. Bu avlar genellikle zağarlarla ve sürek avı seklinde yapılırdı. Domuz avına özellikle Hıristiyan avcılar rağbet ederdi. Dönemin en tanınmış domuz avcıları Börekçi İbrahim Bey, Akbabalı Karadayı Polonezköylü Yaşo, Emil ve Yanoş'tu. Müslüman avcıların çoğu vurdukları domuzları Hıristiyanlara satardı. Domuzun sert kılları da fırça yapımında kullanılırdı. Beykoz'un doğusundaki ormanlık bölgede günümüzde de yabandomuzu avlanmaktadır. Bununla birlikte şehrin hızla genişlemesiyle eski avlakların hemen hepsi tarihe karıştığından bugün İstanbul ve yakın çevresinde avcılık yapılmamaktadır.
Bibliyografya: N. A. Banoğlu. Turkey, A Sportsman's Paradise, Ankara, 1957; H. Gündeş, Türkiye Av Ansiklopedisi, İzmir, 1966; N. Özcan, Kara Avcılığı, İst., 1971; Evliya Çelebi, Seyahatname, l.
Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 1, 1994.