Argümanları 1980'lerde pişirilmeye başlanan, bellibaşlı birçok gelişmekte olan ülkede uygulamaya konması 1990'ları bulan finansal liberalizasyonun ana ilkeleri şunlardı: Devletler sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamaları kaldıracaklar, kamu kağıtları, para piyasası ve borsa gibi finansal piyasalarını yabancı yatırımcılara açacaklar, bu tür piyasaları yoksa kuracaklar, kamu işletmeleri mevcutsa özelleştirme yapacaklar. Bu hareketin ideolojik altyapısı bazı Amerikan üniversitelerinde oluşturuldu, gelişmekte olan ülkelerdeki pazarlamasını da Dünya Bankası ve IMF yaptı. Nitekim Türkiye'de 1985'de İMKB'nin kurulması, 1988'de 32 sayılı kararla Türkiye'nin dünyanın en serbest sermaye hareketleri rejimine sahip ülkelerden biri haline gelmesi, 1989'dan itibaren bütçe finansmanında iç borçlanmaya ağırlık verilmesi hep (o zaman Türkiye'nin daha yakın ilişki içinde olduğu) Dünya Bankasının telkinleriyle gerçekleşti.
Öngörülen bu tedbirler sonucunda, liberal iktisadın klasik ilkeleri uyarınca, sermaye bol olduğu, dolayısıyla marjinal getirisinin düşük olduğu yerlerden, yani gelişmiş ülkelerden kıt olduğu gelişmekte olan ülkelere akacak, bu şekilde bu ülkelerin kalkınması hız kazanacaktı. Yeter ki sermaye hareketlerinin önündeki engeller kaldırılsın! 90'larda finansal liberalizasyon Brezilya'dan Türkiye'ye, Arjantin'den Güney Kore'ye kadar orta gelişmişlik düzeyindeki ülkelerde benimsendi ve buralara gelişmiş dünyadan akan yıllık sermaye hareketi 200-250 milyar dolarlar mertebesine ulaştı. Bunun önemli bir bölümü sıcak para denen kısa vadeli finansal yatırımlar şeklindeydi. 1997 Uzakdoğu kriziyle başlayan gelişmekte olan piyasalardaki krizler silsilesi sonucunda ise bu yıllık sermaye hareketinin hacmi giderek azalmaya başladı; 2001 yılında 120 milyar dolar civarına geriledi.
Gelişmekte olan piyasalara yönelik 10 yıllık yatırım akımının sonunda, bugün itibarıyla bu ülkelere baktığımızda birçoğunun çok ağır borç yükü altına girmiş olduğunu görüyoruz. Bazı önemli ülkelerin 1990'ların başındaki kamu borcu/GSMH oranları şöyleydi: Arjantin % 44 (1990), Brezilya % 29 (1991), Türkiye % 32 (1990). 10 yıl kadar süren liberalizasyon süreci sonunda ise bu oranların 2002 yılında ulaştığı nokta şöyle: Arjantin % 74 (Temmuz ayında, şu anda daha yüksek), Brezilya % 80, Türkiye % 91. Burada borcun bu denli büyümesinde sorumluluğun bu ülkelerle uluslararası finans camiası arasında ne şekilde paylaşıldığı tartışmasına girmeden bu ülkelerin hepsinin ağır borç yükü altında olduğu tespitini yapmak zorundayız (Dünya Bankasınca kamu borcu /GSMH oranı % 50'nin üzerinde olan gelişmekte olan ülkeler ağır borç yükü altında (heavily indebted) kabul ediliyor.)
10 küsur senelik finansal liberalizasyon macerasının sonunda birçok gelişmekte olan ülkenin aşırı borçlu durumda olduğu artık genel kabul gören bir olgu. Bu yılın başında bunlardan bir tanesi, Arjantin, moratoryuma giderek bu ülkenin borç senetlerini satın almış olan özel yatırımcıları mağdur etti. Bu şartlar altında esas olarak gelişmiş ülkelerin finans camialarını temsil eden IMF de bundan sonra gündeme gelmesi muhtemel yeni moratoryumlara, yani ülke iflâslarına yönelik bir strateji geliştirme ihtiyacını hissediyor. Bu konudaki ilk sistematik yaklaşım IMF Başkan Yardımcısı Anne Krueger'ın bu yıl IMF yayınları arasında çıkan Kamu Borcu Yeniden Yapılandırmasına Yeni Bir Yaklaşım adlı çalışması oldu. Bu çalışmada Krueger önce diplomatik bir dille birçok gelişmekte olan ülke, dolayısıyla bunlara borç verenler açısından böyle bir tehlikenin ufukta olduğunu belirttikten sonra bu konuda alacaklıların mağduriyetini asgariye indirmek ve borçlu ülkenin ekonomisini de en kısa zamanda ayağa kaldırmak için sistematik bir iflâs mekanizmasının kurulması gereğine işaret ediyor. Tabiî burada söz konusu olan borç gelişmekte olan ülkelerin gelişen ülkelere veya IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlara olan dış borçları. Krueger böyle bir mekanizma oluşturulursa sağlanacak yararları şöyle sıralıyor:
1- Bu mekanizma sayesinde borcu sürdürülemez olan ülke zamanında IMF'ye, yani iflâs masasına başvurabilecek, böylece döviz rezervlerini boşuna tüketmeyecek.
2- Bütün alacaklıların anlaşamaması halinde bazılarının mahkemelere başvurarak borçlu ülkenin genel bir yeniden yapılandırma yapmasına engel olması önlenmiş olacak.
3- Bu sayede borcun finansal değeri çok fazla düşmeyecek, alacaklının kaybı asgariye inecek.
Görüldüğü gibi asıl amaç alacaklıların parasal kaybını en aza indirmek. Bu çerçevede böyle bir mekanizmanın sahip olması gereken özellikler de şunlar:
1- Borcun çoğunluğuna sahip olanlar müzakerelerde son söze sahip olacak (s.14).
2- İflâs masası süreci başlayınca konuyla ilgili her türlü hukukî girişim otomatikman askıya alınacak(s.15).
3- IMF ve Dünya Bankası kredileri iflâs mekanizmasına girmeden geri ödemede öncelikli olacak (s.17).
Bunlar işin teknik yönleri. Fakat şimdi bizi hükümran ve borçlu ülke vatandaşları olarak ilgilendiren noktalara geliyoruz:
4- “Borçlu ülke, yeniden yapılandırmaya tâbî borçlanma enstrümanlarının değerini muhafaza edecek politikalar izlemeyi taahhüt edecek.” (s.16) Bakın bu neleri içeriyor: “Maliye politikası, para ve kur politikası,...bunların ötesinde bankacılık sisteminin yeniden yapılandırılması, yurtiçi ödemeler sistemi, ülkenin iflâs hukuku, sermaye hareketleri rejimi.” Ve bizdeki küreselleşme taraftarlarını şaşırtacak bir öneri: “Belli şartlar altında alacaklıların menfaati sermaye kaçışını önlemek üzere sermaye hareketlerine kontrol getirilmesini gerektirebilir” (s. 16-17).
İlginç değil mi? Gelişmekte olan ülkelerin finansal piyasaları 90'ların başında cazip getiriler sunarken sermaye hareketlerine tam serbestiyetin şampiyonluğu yapan IMF, şimdi ise gelişmiş ülkelerdeki yatırımcıları korumak için sermaye kontrolü önerebiliyor. Uluslararası ekonomik ilişkilerin bazı genel prensipler, ideolojilerle değil de çeşitli çıkar hesaplarına göre yürütüldüğünün en güzel örneğini bizzat IMF veriyor! Dış borç geri ödemelerinin garanti altına alınması için gereken şartlar bitmedi. İşin içine iç borç da giriyor:
5- “Borçlu ülkenin borcunu sürdürülebilir bir düzeye düşürmek için iç borç da yeniden yapılandırma kapsamına alınabilir.”(s.18)
Bunun açık ifadesi şudur: Söz konusu devletin dış borçlarını daha rahat ödeyebilmesi için gerekirse iç borcunu konsolide ettiririm. Yine IMF'nin kategorik olarak konsolidasyona karşı olduğunu, her zaman “piyasa mekanizması” taraftarı olduğunu zanneden, IMF politikalarını iç borç konsolidasyonuna karşı bir güvence olarak gören yerli küreselleşmecilere duyurulur.
Krueger'in kitabı üzerinde daha fazla mürekkep tüketmeye gerek yok. Bu alıntılar, IMF'nin önümüzdeki dönemde Arjantin'i başka gelişmekte olan ülkelerin izlemesini beklediğini, bu durumda gelişmiş ülkelerin bu ülkelerdeki finansal yatırımlarını güvence altına almak için bu ülkelerin her türlü iktisadî politikalarına el koymayı öngören, son derece borçlu taraftarı ve müdahaleci bir yaklaşım geliştirdiğini göstermektedir.
Osmanlı Devleti ilk 1854 yılında ilk dış borçlanmasını yaptı. Savaşlar, ayaklanmalar, borçların yüksek faizle alınmış olması, iyi idare edilememesi gibi sebepler sonucunda borç itfaları yeni borçlanmalarla karşılanır oldu ve sonunda 1875'te Osmanlı Devleti dış borç konsolidasyonu yaptı; yakın vadedeki faiz ve anapara ödemelerinin sadece yarısının yapılacağını açıkladı. Birçok alacaklının bu formülü kabul etmemesi, devreye Avrupa devletlerinin girmesi sonucunda 1881 yılında Osmanlı Devletinin borçlarının ödenmesi için Osmanlı Devletinden bağımsız, Avrupa devletleri temsilcilerinden oluşan Düyun-u Umumiye İdaresinin kurulmasına karar verildi. Rüsum-u Sitte denen altı verginin (tuz, tütün, ipek, balık, alkollü içki, damga vergileri) tahsili Düyun-u Umumiyeye bırakılacak, yani İdare devlet gelirlerine doğrudan el koyarak borçların ödenmesini sağlayacaktı. Bu tabiî ki bağımsız, hükümran bir devlet olmakla bağdaşmayan bir yarı-sömürge sistemiydi. En önemli gelir kaynağı olan tütün vergisinin tahsili için bir süre sonra Düyun-u Umumiyeye bağlı bir Tütün Rejisi kuruldu ve üreticinin tütününü Reji'ye satması şart koşuldu. Reji Türk köylüsünden tütünü uluslararası piyasa fiyatının dörtte birine satın alıp yüksek fiyatla ihraç ediyordu. Bu şekilde olay tütün vergisine el konmasından çıkıp resmen Türkiye'nin tütün mahsulüne el koymaya dönüştü. Köylünün kendi tüketimi için bir balya tütün ayırması dahi kaçakçılık sayıldı. Reji kendi özel güvenlik örgütünü kurdu. Tütün kolcusu denen bu kişiler atının terkisinde bir balya tütünle gördükleri bir köylüyü vurma yetkisine sahiptiler. Nitekim Batı Anadolu'da ve Canik vilâyetinde sayısız köylü kolcular tarafından öldürüldü.
Osmanlı'nın hükümranlık iddiasını kara bir leke gibi gölgeleyen Düyun-u Umumiye 42 yıl varlığını sürdürdü, ancak Lozan'da kaldırılabildi. Şu anda IMF'de pişirilen iflâs mekanizması Düyun-u Umumiye'den daha ağır şartlar içermektedir. Burada yalnız belli vergilerin tahsiliyle yetinilmeyip hükümran ülkelerin maliye, para, kur politikalarına, bankacılık sektörüne, iç borç idaresine hatta ödemeler sistemine varana kadar ekonomi ve finansla ilgili her alanına müdahale edilmesi öngörülmektedir. Bunları kabul eden bir ülke sömürge, dominyon olmayı kabul etmiş demektir. Bağımsız ve hükümran kalmak isteyen hiç bir devletin parasal yükümlülüklerinden dolayı bu şartları kabul etmesi beklenemez. Nitekim geçen ay Washington'da yapılan yıllık toplantıda IMF'nin bu öneri hakkında zemin yoklaması karşısında Brezilya, Meksika, Türkiye gibi ülkelerin yetkililerinin tavrı olumsuz oldu. Gelişmekte olan ülkeler gerekirse koordinasyon içinde ve büyük bir kararlılıkla bu plana karşı çıkmaya devam etmelidirler. Mesele yalnızca bir aşırı borçlanma (overborrowing) değil, aynı zamanda bir aşırı borç verme (overlending) meselesidir, ve hesap temizlenirken külfet her iki tarafça paylaşılmalıdır. Alacaklı olmak ise hiç bir şart altında alacaklıya borçlu ülkenin hükümranlık haklarını ihlâl etme hakkını vermez.
Cumhuriyet Bilim ve Teknik Eki, 26 Ekim 2002.