Bugün internette gezinirken Zaman gazetesi yazarı Hilmi Yavuz'un değerli tarihçi İlber Ortaylı'yı ve beni eleştiren bir yazısına rastladım. Konu şu: Her ikimiz de farklı yer ve zamanlarda şunu söylemişiz: “Osmanlıca Türkçeden ayrı bir dil değildir, bir çeşit Türkçedir.” Yavuz bu görüşü yanlış addediyor. Ona göre Osmanlıca ve Türkçe iki ayrı dil. İneterneti biraz daha kurcalayınca gördüm ki, Yavuz yine Zaman'daki köşesinde dört yıl önce de benim bu görüşümden yola çıkarak aynı eleştiriyi dile getirmiş ve hatta koca köşeyi de bu konuyla doldurmuş. Yavuz'un okurlarının bir yanlışa saplanmaması ve Yavuz'un şu ana dek suskun kalmış olmam dolayısıyla kendisini bu tartışmanın galibi zannetmemesi için bu konudaki görüşümü açıklamayı gerekli gördüm.
Benim konuyu kavrayışım şöyle: Bir dilin temelini, iskeletini gramer yapısı oluşturur. Osmanlıca dediğimiz oluşum şahıs zamirleri, edatları, fiilleri, yapım ve çekim ekleri ve bütün gramer kurallarıyla dimdik ayakta duran bir Türkçe iskeletinin üzerine bol miktarda Arapça ve Farsça kelime giydirilmesiyle ortaya çıkmıştır. En ağır Osmanlıca cümlelerde bile cümlenin çatısına hiç dokunmadan, artık kullanımdan düşmüş olan Arapça ve Farsça kelimeleri bugünkü Türkçe karşılıklarıyla değiştirdiğinizde karşınıza anlaşılır Türkçe bir cümle çıkar. Önyargılı olmayan bir kafa için bu tespit bile Osmanlıcanın Türkçeden ayrı bir dil olmadığını kanıtlamaya yeter, ama biz konuyu kurcalamaya devam edelim.
Peki, Yavuz Osmanlıcanın Türkçeden ayrı bir olduğu görüşüne nasıl ulaşıyor? Bir kere Yavuz'un bu konuda kendi argümanları yok; Osmanlıcanın ayrı bir dil olduğu iddiasını otorite olarak gördüğü üç kişiden yaptığı alıntılarla kanıtlamaya çalışıyor. Bu alıntılar içinde ise argüman mahiyetinde tek bir görüş var: Osmanlıcanın geniş kitlelerce anlaşılmaması. Önce bu argümandan yola çıkarak Osmanlıcanın Türkçeden ayrı bir dil olduğunu kanıtlamak mümkün mü, onu görelim; ondan sonra Yavuz'un adlarını zikretmekle konuyu hallettiğini sandığı otoriteleri konusunu da ele alacağım.
Şimdi ”geniş kitlelerce anlaşılmak” kıstasına göre dönem ve kişi bazında Osmanlıca ve Türkçeyi ayrı diller olarak tespit etmeyi deneyelim. 15. yüzyıla ait Fatih Kanunnamesini, hatta Halil İnalcık'ın yayınladığı 16. asır başı Yavuz Sultan Selim Kanunnamelerini o dönemin halkı da anlayabilirdi, bugün de az bir gayretle okuma yazma bilen herkes anlar. Demek ki bunlar Osmanlıca değil. Ama meselâ Bâkî'nin bundan az bir zaman sonra, Kanunî'nin ölümü üzerine yazdığı mersiyeyi Osmanlıca sözlüğe başvurmadan bugünün üniversite mezunu da anlayamaz. Peki, “O halde Osmanlı eliti 1510'lara kadar Türkçe konuşurken, 1560'lara gelindiğinde artık Osmanlıca dilini konuşmaya başlamış” diyebilir miyiz? İyi ama, Bâkî'nin çağdaşı olan Kanunî'nin Muhibbî mahlasıyla yazdığı şiirlerinde bugün de rahatça anlaşılacak birçok beyit var. 17. asırda fermanların dilinde Arapça ve Farsça kelimelerin iyice arttığını görüyoruz. Buna karşılık tahta çıkana kadar kafeste kalıp doğru dürüst bir eğitim göremeyen Deli İbrahim'in dili daha arı Türkçeydi. Mesela hastalığını tedavi edecek hekim bulamayan sadrazamına öfkeyle yazdığı yazı şöyle başlıyor: “Bre karpuz kafalı pezevenk ! Bre mütevelli yapılı kodoş!” Şimdi bu örneğe göre Yavuz'un mantığıyla “I. Ahmet Osmanlıca dilinde yazarken, oğlu Deli İbrahim Türkçe yazmıştır” mı diyeceğiz? Mesele yalnız zaman meselesi de değil. Osmanlı bürokrasisi ve edebiyatçılarının hemen hepsinin çok ağdalı Osmanlıca yazı ve şiirleri olduğu gibi, daha sade nesir ve nazım ürünleri de vardır. Mesela 16. yüzyıldan itibaren divan şiirinde mümkün olduğunca Arapça ve Farsça kelimelerle yazmak adet olmuş, fakat zaman zaman da sade Türkçeyle yazma modası çıkmıştır. Buna da “Türkî- basit” denmiş, sadece “Türkî” denmemiş, böylece ağdalı dilin de Türkçe, bunun da başka çeşit bir Türkçe olduğu belirtilmiştir. Zaten Osmanlı eliti her zaman hem konuştuğu, hem yazdığı dile Türkçe veya Türkî demiştir. Örneklere devam edelim: Lale Devrinin ünlü şairi Nedim'in bazı şiirleri daha anlaşılmaz, bazı şiirleri ise çok anlaşılırdır. Hatta birçok divan şairinin aynı şiirinde bazı beyitler ağdalı Osmanlıca, bazıları daha sade Türkçedir. Şimdi kalkıp da ”Bu şair bazı eserlerini Osmanlıca, bazılarını Türkçe yazmıştır” veya “Bu şiirin bazı beyitleri Osmanlıca dilinde, bazı beyitleri ise Türk dilindedir” mi diyeceğiz? Daha yakın tarihe gelelim. Atatürk'ün 1927 yılında Mecliste okuduğu Büyük Nutuk Tanzimat üslubunda yazılmıştır; bugün hiç kimse bu metni sözlüksüz tam olarak anlayamaz, yani Yavuz'un kıstasına göre bu eser kesinlikle Osmanlıcadır. Buna karşılık Atatürk'ün 1933'te irad ettiği 10. Yıl Nutku çok daha sadedir. Şimdi kalkıp “Atatürk 1927 yılına Osmanlıca dilinde yazarken, 1933'te artık Türkçe yazmaya başlamıştı” mı diyeceğiz?
Görüldüğü gibi Türkiye Türkçesini içindeki Arapça veya Farsça oranına, ya da bugünün insanlarının veya o zamanın eğitimsiz kişilerinin anlayıp anlamamasına bakarak Osmanlıca ve Türkçe olarak ikiye ayırmaya ve bu ikisini iki ayrı dil ilân etmeye kalkarsanız varacağınız nokta deli saçmasıdır. Zaten anlayıp anlamamak bu konuda kıstas olacaksa, o zaman Rumca ve İtalyanca terimlerle dolu bir argoyla konuşan yelkenciler de bize göre Türkçe konuşmamaktadır, benim televizyonda enflasyon hedeflemesi, devalüasyon, hazine ihalesi, reeskont, cari açık gibi ekonomi ve finans terimleriyle dolu konuşmamı dinleyen ümmî bir vatandaşa göre de ben Türkçe konuşmuyorumdur.
Şimdi gelelim Yavuz'un bu konuda son sözü söylemeye yetkili gördüğü otoritelerine... Bir kere görüşümüzü çürütme taktiği olarak Yavuz işe beni ve Ortaylı'yı küçültmeye çalışmakla başlıyor. Önce beni “çok değerli bir ekonomist” olarak takdim ediyor. Halbuki benim Osmanlıca hakkındaki sözümün kaynağı olan yazım (“Osmanlı Avrupa Birliğinde”, Türkiye Günlüğü, Sayı 67) tarih ve kültürle ilgili, ekonomiyle hiçbir ilgisi yok. Dolayısıyla bu konuda benim “çok değerli” ekonomistliğimi zikretmenin bir anlamı yok, fakat Yavuz'un amacı başka: “Bu adam ekonomisttir, bu işlerden ne anlar?” demek istiyor. İlber Ortaylı için bu diskalifiye etme operasyonunu daha açıkça yapıyor: İlber Ortaylı çok değerli bir tarihçi ve bir polyglotmuş ( birçok dil bilen kişi) ama, bir dil bilgini değilmiş. Onun için Osmanlıcanın ayrı bir dil olup olmadığı konusunda dil uzmanlarının ne söylediklerine bakmalıymış.
Şimdi burada sıkı durun! Yavuz'un kendisine dayanak yaptığı dil uzmanları şunlar: Faruk Timurtaş, Fahir İz ve Tahsin Yücel. Bilmeyenler için anlatayım: Tahsin Yücel Fransız ve Roman Dili ve Edebiyatı mezunudur. Eserleri de yapısalcılık, göstergebilim gibi Fransız felsefe ve dilbilimi akımlarıyla ve Fransız edebiyatıyla ilgilidir. Fahir İz Türk Dili ve Edebiyatı mezunudur, fakat dilbilim–lengüistik üzerinde uzmanlaşmamıştır. Uzmanlık alanı Türk edebiyatı tarihidir, ayrıca İngilizce-Türkçe sözlük çalışmaları vardır. Bu değerli hocaların ikisinin de Türk dil ve lehçelerinin tasnifi konusunda bir uzmanlığı söz konusu değildir. Haydi beni bir yana bırakalım. Fakat bu konuda Osmanlıcaya da, günümüz Türkçesine de derinlemesine hâkim olan, Türk kültürü hakkındaki bigisiyle herkese parmak ısırtan bir İlber Ortaylı'yı ehil bulmayıp, Tahsin Yücel gibi Fransız Filolojisi mezunu ve Fransız kültürü uzmanı bir kişiyi otorite ilân etmek için insanın ne dediğinin farkında olmaması gerekir. ( Bu arada, Tahsin Yücel'i tenzih ederim. Çalışmalarına ve kişiliğine büyük saygım var.) Yavuz'un otorite olarak gösterdiği üç kişiden yalnızca biri, Faruk Timurtaş bu konunun uzmanıdır. Onun görüşü ise Yavuz'un sarıldığı “anlaşılmazlık” kıstasına dayanmaktadır ve yukarıda gösterdiğim gibi, bu uygulamaya kalkınca işi saçmalık noktasına götüren, yanlış bir görüştür. Zaten rahmetli Timurtaş Hocanın bu görüşünün Türkoloji disiplini içinde bir istisna olduğunu aşağıda göreceğiz. Bu konuda bu disiplinin hâkim görüşü daima benim ve Ortaylı'nın ileri sürdüğü görüş olagelmiştir. Zaten Yavuz Türk dilbilimi içinde Timurtaş Hoca dışında dayanak bulamadığı için bir edebiyat tarihçisinden ve Fransız kültürü uzmanından destek aramaya kalkmıştır.
Son olarak, otorite meraklılarını tatmin etmek ve konuya aşina olmayanları aydınlatmak amacıyla bilimin bu konuda ne dediğine bakalım. Tabiî benim kabul ettiğim görüş, bu konuda bilimin hâkim görüşü olduğu için Fransız filolojisi uzmanlarına falan ihtiyacım yok, en temel kaynaklar bile işimi görüyor. Mesela hemen elimin altında bulunan uluslararası İslâm Ansiklopedisinin Kültür Bakanlığınca yayınlanan Türkçe baskısından Türkler maddesinin Türk Dili bölümünü okuyorum:
“Güneybatı Türkçesinin yazılı metinlerle takip edebildiğimiz en eski devresi olan Eski Anadolu Türkçesi Selçuklular, Anadolu Beylikleri ve ilk Osmanlıların yazı dilidir. İkinci devresi İstanbul'un fethinden sonra başlayan ve Osmanlı İmparatorluğunun sonuna kadar devam eden Osmanlıcadır. Üçüncü devresi bugünkü Türkiye Türkçesidir. Her üç devre birbirinin devamıdır. “
“İkinci devre olan Osmanlıcada cümle anlaşılamayacak kadar uzun, sunî ve tumturaklı olmasına rağmen esas yapısı itibarıyla Türkçe kalmıştır.”
İslam Ansiklopedisindeki maddelerin sıradan bir ansiklopedi maddesi olmayıp ilgili konuda referans niteliği taşıdığı malûmdur. Haydi bir de daha yakın tarihli bir kaynağa, Türk Dil Kurumu Başkanlığı da yapmış olan, Türk dilleri ve lehçeleri uzmanı Profesör Ahmet Bican Ercilasun'un 2004 basımı Türk Dili Tarihi adlı eserine göz atalım:
“13., 14. ve 15. yüzyıllarda kullanılan Eski Oğuz Türkçesi Anadolu Selçuklularının son dönemini, beylikler devrini, Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletlerini, Osmanlıların ilk iki asrını içine almaktaydı. 16. yüzyılda Osmanlı Türkçesi denen dönem başlar, Osmanlı'nın hâkim olduğu bütün sahalarda edebî dil olarak kullanılır ve 20. yüzyıl başlarında Genç Kalemler hareketinin yarattığı terkipsiz Türkçeyle sona erer.
Görüldüğü gibi bilimin bu konudaki görüşü gayet nettir: Osmanlıca edebî dil olarak Türkçenin tarihî bir dönemini meydana getirmektedir, dolayısıyla Türkçeden ayrı bir dil olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz. Osmanlıcanın Türkçeden başka bir dil olduğunu ileri sürmek ilgili yazımda belirttiğim gibi bir yarı-aydın fikridir. Bu yarı-aydın düşüncesine konunun uzmanı olan bir bilimadamının da bir çeşit ekzantriklik olarak katıldığı anlaşılıyor, fakat Türkoloji disiplini bu ekzantrikliği hiçbir zaman nazar-ı itibara almamıştır.