SELİM SOMÇAĞ
Ekonomik Danışmanlık

Bağımsız, Objektif, Güvenilir



Gümrük Birliği ve Türk Sanayii (Türkiye Günlüğü, Sayı 36, Eylül 1995)


  
Geç Sanayileşmenin Özellikleri
 
Geç sanayileşme, sanayileşmiş ülkelerin mevcut olduğu bir dünyada sanayileşmedir. Geç sanayileşmenin en çarpıcı örnekleri. 19. yüzyılın ikinci yarısında Amerika ve Almanya, 20. yüzyılda ise Japonya, Güney Kore ve Tayvan'dır. Bugünün Türkiye'si açısından bakıldığında tabii ki en ilginç örnekler kronolojik yakınlık sebebiyle önce G. Kore ve Tayvan, sonra da Japonya'dır. Bu ülkelerdeki sanayileşmenin tarihi incelendiğinde, hepsinde ortak olan bazı özellikler dikkati çekmektedir. Geç sanayileşme, korumacılık içinde başlamakta ve gelişmektedir. Bunu başlıca iki sebebi vardır: Üretim ölçeği ve tecrübe. Sanayiin temel kuralı, üretim ölçeği arttıkça birim başına sabit maliyetin, dolayısıyla birim maliyetinin azalmasıdır. Bu yüzden dünya piyasasını besleyen dev şirketlerin hakim olduğu bir sektöre yeni giren bir ülke, devlerle aynı teknolojiyi kullansa bile hemen onlarla rekabet edecek duruma gelemez, çünkü talebi yalnızca iç piyasayla, hatta iç piyasanın bir bölümüyle sınırlı olduğu için üretim ölçeği düşük ve birim maliyeti yüksektir. Sanayileşen ülkelerde işçi ücretlerinin daha düşük olması, günümüzün yüksek teknolojili sektörlerinde ücretlerin maliyet içindeki payının düşük olması sebebiyle bu dezavantajı hemen hiçbir zaman telafi edemez. Ölçek sorununu bir yana bıraksak bile, karşımıza tecrübe yetersizliğinden doğan düşük verimlilik çıkar. Bütün teknolojik gelişmelere rağmen sınai üretimin kilit faktörü hala insandır. Özellikle yeni sanayileşen, kırsal hayatın damgasını taşıyan toplumlarda sınai üretim çok karmaşık bir süreçte görev alan bir işçi, mühendis ve yöneticilerin optimal bir beceri seviyesine ulaşmasının oldukça uzun zaman aldığını tecrübeler göstermektedir. Dolayısıyla, ölçek sorunu olmasa ve en gelişmiş teknoloji kullanılsa bile bir ülkenin henüz adım attığı ber sektörde dünya verimliliğini yakalaması mümkün olmamaktadır. Bu faktörler sebebiyle yeni kurulan bir sektörün korumacılık olmazsa gelişmiş ülke şirketlerinin rekabetine dayanması mümkün değildir. Nitekim ilk sanayileşme dalgasından sonra korumacılık uygulamadan sanayileşmiş bir ülke yeryüzünde mevcut değildir. Ancak 20. yüzyıl içinde korumacılıkla sanayileşmeyi deneyen ülkelerin Japonya, G. Kore gibi bu işi başaranlar ve Türkiye, Brezilya gibi bir ölçüde sanayileşmesine rağmen bir noktada tıkanıp kalan ve Batı sermayesine bağımlılığı devam eden ülkeler olmak üzere iki gruba ayrıldığı görülmektedir. Bu iki grubun uyguladığı ithal ikamesi politikaları arasında çok önemli ve belirgin bir fark vardır. Başarılı olan grupta devlet yalnız koruma sağlamakla kalmayıp sanayi üzerinde yönlendirici bir denetim yapmıştır. Bu denetim esas olarak, korunan yerli sanayiin bu durumu istismar etmemesi için sanayiye zamana bağlı verimlilik ve ihracat hedefleri gösterilmesi, hedefleri tutturamayan sanayi kuruluşlarının arkalarındaki devlet desteği çekilerek cezalandırılması şeklinde gerçekleşmiştir. Bu denetimin olmadığı ülkelerde yerli sanayi koruma duvarları sayesinde herhangi bir verimlilik kaygısı taşımadan yalnızca kendi insafına terk edilmiş olan iç piyasayı düşük kaliteli mallarla beslemekle yetinmiştir. Bu tür bir sanayi yapısı bu ülkeleri kronik dış ticaret açıklarına duçar ettiği için bunların sanayileşme macerası uluslararası kreditör çok daha muhtaç hale gelmeleriyle sonuçlanmıştır.
 
Şimdilik geç sanayileşmede başarısız olan ülkeleri bir tarafa bırakarak, başarılı olanların sanayileşme sürecinin seyri üzerinde biraz duralım. Teknoloji önce mevcut sanayileşmiş ülke şirketleriyle yapılan anlaşmalar çerçevesinde ithal edilir. Ancak sanayileşme sürecinin kendi ayakları üzerinde durabilmesi için makul bir zaman zarfında gelişmiş ülkelerin teknolojik vesayetinden tamamen olmasa da önemli ölçüde kurtulmak gerekir. Gelişmiş ülke şirketleri, çoğunlukla üretim ve pazarlama üzerinde büyük kısıtlama getiren lisans anlaşmaları imzalanmadıkça gelişen ülkelere teknoloji satmaya yanaşmazlar. Bu durumda işe taklitçilikle, hatta mümkünse teknoloji hırsızlığıyla başlanır. Yeni sanayileşen ülke belli bir sektörde ithal teknolojiye bağımlı olmaktan kurtulma girişimlerine başlayınca daha önce işbirliği yapılan ülke ve şirketlerle olan ilişkiler bozulabilir. Herhangi bir sektör, bunun yaratacağı sorunları ancak devletin uzun vadeli desteğiyle aşabilir. Tabii hiçbir sanayileşen ülkenin bütün gelişmiş ülkeleri bütün sektörlerde karşısına almaya gücü yetmez. Dolayısıyla bu süreç ülkenin iktisadi ve siyasi ağırlığı, gelişmiş ülkeler arasındaki rekabet, konjonktür değişmeleri gibi faktörler dikkate alınarak tam bir strateji oyunu anlayışı içinde yürütülür. Bunun bir örneği, yıllardır % 10 civarında büyüyerek dünyanın en büyük ekonomilerinden biri haline gelen Çin'in ABD ile olan ilişkileridir. Çin bir çok Amerikan sanayi ürününün taklitlerini ürettiği gibi teklif haklarını hiçe sayarak Batı'da üretilen bilgisayar programı ve CD'leri de çoğaltmaktadır. Ancak Çin'in ABD'nin en önemli ihraç pazarlarından biri olması ve yüksek büyüme hızıyla öneminin gittikçe artması sebebiyle ABD Çin'in korsanlıklarına büyük ölçüde yummakta ve bu ülkenin ABD nezdindeki "en çok kayıran ülke" (most favored nation) statüsü devam etmektedir. İşe taklitçilik ve hırsızlıkla başlayan sanayi dalları zamanla kendi tasarımlarını yapar hale gelir. Bu işin bir sonraki aşaması ise yeni teknoloji üretmeye başlamaktır. Tabii bir sonraki aşamaya geçilmesi, bir önceki aşamanın yöntemlerinin tamamen terk edilmesi anlamına gelmez. Günümüzdeki elektronik cihazlarda dünya pazarındaki üstünlüğüne rağmen Japonya yeni buluşlarda ABD'nin gerisindedir ve Japon şirketleri hala kopyacılık yapmaktadır. Fakat teknoloji ister satın alınsın, ister kopya edilsin, önemli olan sanayiin denetimini teknoloji karşısında şartlı lisans anlaşmaları veya çoğunluk hisseli ortaklık gibi yollarla gelişmiş ülke şirketlerine kaptırmamaktır.
 
Türkiye Sanayileşmenin Neresinde?
 
Gelişmiş bir ülkenin sanayi profiline baktığımızda, toplam sınai üretim içinde şu sektörlerin en büyük paya sahip olduğunu görürüz: Gıda, demir-çelik, taşıt araçları, kimya ve makine. Genellikle üretim ve istihdamdaki payı çok büyük olmamakla birlikte teknolojik ilerlemenin motoru niteliğindeki yarı - iletken - elektronik - bilgisayar sektörü de kilit önemdedir. Türkiye'nin sanayi profiline baktığımızda ise (1991 verileri) en büyük üç sektörün sırasıyla tekstil, gıda ve petrol arıtma olduğu görülmektedir. Kimya, makine (beyaz eşya da dahil), demir, çelik ve taşıt araçları sektörleri bu üç sektörün ardından gelen ikinci bir grup oluşturmaktadır. Bu tablo ilk bakışta Türkiye'nin yarı - iletken alanına adım atmamış olması dışında gelişmiş ülkelerinkine oldukça benzer bir sanayi yapısına kavuşmuş olduğu izlenimini yaratmaktadır. Bu yanıltıcı bir izlenimdir. Birincisi, bu sektörlerde kullanılan makinelerin çoğu ithal malıdır. İkincisi, sahip oldukları dikey sektörel bağlantılar ve satış potansiyelleri sebebiyle bir ekonominin büyümesinde çok önemli rol oynayan taşıt aracı ve dayanıklı tüketim maddeleri sektörleri 25 ila 40 yılı bulan geçmişlerine rağmen teknolojik olarak geri ve hala lisans anlaşmalarıyla yabancı şirketlere bağımlıdır. Otomotivin iki büyük şirketi koruma duvarları sayesinde Avrupa'da 1970'lerde üretimine son verilmiş modelleri günümüze kadar üretmeyi sürdürmüşlerdir. Ayrıca ürünlerini dış ülkelerde pazarlamaları Fiat ve Renault'un rızasına bağlıdır. Zaten yabancı ortaklar sadece kendisinin tedavülden kaldırdığı veya kaldırmaya hazırlandığı modellerin üretimine izin vermektedir. Beyaz eşyada da durum farklı değildir. En büyük üretici Arçelik çamaşır ve bulaşık makinesinde Bosch, Profilo AEG lisansıyla üretim yapmaktadır. Beyaz eşyada yalnızca teknolojisi basit olan buzdolabında bağımsız üretime geçilebilmiştir. Türkiye'nin sınai ürün ihracatı, Türk sanayiinin durumu hakkında daha iyi bir fikir vermektedir. Sanayi ürünü ihracatında en büyük pay % 41 ile tekstil sektörüne aittir. Onu % 15 ile demir - çelik izlemektedir. Demir-çelik sektörünün üretiminin % 80'i, en ilkel teknoloji olan elektrik arklı fırınlarda üretilen inşaat demirinden meydana gelmektedir. Hammadde olarak hurda demir kullanan bu kesim 1994'te düşük ücret ve yüksek devalüasyon sonucu üretiminin % 75'ini ihraç edebilmiştir. Demir çelik sektörünün paryası olan bu alan zaten uzun süredir yarı - sanayileşmiş ülkelere terk edilmiştir. Ancak yassı üründe Türkiye'nin en modern demir - çelik tesisi ve tek yassı mamul üreticisi olan Ereğli Demir Çelik iç talebin % 50'sini karşılayabilmektedir. Ayrıca Ereğli'nin kapasitesi iki katına çıksa bile Türkiye yine de bir kısım yüksek kaliteli yassı ürünü ithal etmek zorundadır. Tekstilde fazla teknoloji gerektirmeyen ve düşük katma değerli bir sektör olarak sanayileşmenin ilk aşamasındaki ülkelere bırakılmış bir alandır. Türkiye'nin nispeten en gelişmiş sanayi dalı olmasına rağmen tekstil bile makineleri açısından büyük ölçüde dışa bağımlıdır. Türkiye'nin sanayileşmenin neresinde olduğunu anlamak için sanayileşmeye aynı dönemde başlamış olan G. Kore ve Türkiye'nin ihracatını karşılaştırmak yararlı olacaktır. G. Kore 1960'larda dünya pazarlarına hemen her yeni sanayileşen ülke gibi tekstil ürünleriyle girdi. Bunu 1970'lerde demir-çelik, 1980'lerde ise otomobil ve arkasından elektronik izledi. Türkiye sanayi ürünleri ihracatının yapısı bakımından 20 yıl önceki G. Kore'yi andırmaktadır. Hyundai otomobil fabrikası 1967'de Ford montajı yaparak, Tofaş 1971'de Fiat montajı yaparak -fakat Fiat markasını kullanmamak şartıyla- üretime başladı. Hyundai 1980'lerden beri kendi adı ve kendi tasarımlarıyla ABD ve Avrupa dahil olmak üzere dünya otomobil piyasasında mevcut. Tofaş ise hala 25 yıl öncesinin otomobillerini üretmekle meşgul. Türk sanayiinde, bir ülkenin sanayileşmesinde ilk adım olmanın ötesinde bir rol oynayamayacak olan gıda ve tekstili bir yana bırakırsak, uluslar arası pazarlarda rekabet gücüne sahip sektörlerin otomobil lastiği,cam ve seramik olduğu söylenebilir. Ancak bunların da sanayi üretimi içindeki toplam payları % 3 kadardır.
 
Gümrük Birliği ve Türk Sanayii
 
20. yüzyılda tanık olduğumuz başarılı ve başarısız sanayileşme süreçleri başarılı bir sanayileşme için korumacılığın şart olduğunu göstermektedir. Ancak korumacılık gereklidir fakat yeterli değildir. Koruma sağlayan devlet aynı zamanda performans kriterleri çerçevesinde yeni kurulan sektörlerin rehavete gömülmesini engellerse sonuç başarılı olmaktadır. Devletin yalnızca koruma ve teşvik sağlayıp gerisini özel sektörün iyi niyetine terk etmesi durumunda Türkiye'de görüldüğü gibi güdük, çarpık bir sanayi yapısı ortaya çıkmaktadır. Fakat bu çarpıklığı, sanayii gelişmiş ülkelerin sanayileri karşısında korumasız bırakarak aşmaya çalışmak yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktır. Türkiye sanayiinin bugünkü durumu göz önüne alındığında Avrupa Birliği ile Gümrük Birliğine girmek, Türkiye'nin bundan sonraki sanayileşmesini Avrupa'nın dev şirketlerinin insafına terk etmek demektir. Yukarıda eleştirilen otomotiv, beyaz eşya ve diğer sektörlerdeki bağımlılık azalmayacak, artacaktır. Bu yöndeki birtakım gelişmeler şimdiden gerçekleşmiştir. Tofaş'ın tarihi modellerinin parçaları da uzun zamandır İtalya'da üretilmez olduğu için Türkiye'de bir yan sanayii gelişmiş ve bu arabalardaki yerli bileşen oranı % 90'lara ulaşmıştır. Tofaş'ın gümrük birliği kaygısıyla üretimine başladığı daha yeni modellerde yerli bileşen oranı % 30 civarındadır. Bu değişikliğin bir süre sonra Türkiye otomobil üretiminin tamamında geçerli olması, Türkiye'nin ithalatında önemli bir artış ve yan sanayiinin büyük ölçüde tasfiyesi, ayakta kalmak isteyen yan sanayiin de teknoloji transferi karşılığı yabancı şirketlerin denetimine girmesi demektir. Beyaz eşyanın ikinci büyük şirketi Profilo, rekabet tehlikesi karşısında çareyi çoğunluk hissesini Bosch-Siemens'e satmakta buldu. Siemens'in Bosch lisansıyla çamaşır ve bulaşık makinesi üretmekte olan sektörün en büyüğü Arçelik'ten lisansını geri alacağı tabidir.Bu durumda Arçelik'in de başka bir yabancı devle benzer bir bağımlılık ilişkisine girmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Türkiye'nin gümrük birliğine girmesiyle, Türkiye'de Avrupa pazarına yönelik üretim yapmak isteyen yabancı şirketlerin burada yatırım yapacakları söylenebilir. Bu şirketler neden ekonomisi daha güçlü bir AB ülkesi yerine Türkiye'de üretim yapmak isteyecektir? İşçi ücretleri düşük olduğu için. Dolayısıyla bu şirketlerin Türkiye'de bulunma sebebiyle Türkiye'nin gelişmiş bir sanayi ülkesi olma hedefi çelişki içindedir; çünkü bir ülke, hele Türkiye gibi 60 milyonluk bir ülke, iç pazarını ihmal edip bütün sanayiini ihracata yönelterek kalkınamaz. İhracat dış kaynak darboğazını aşmak için şarttır, fakat sanayii sağlam bir iç talep tabanına dayanmayan ve sanayileşmeye paralel olarak çalışanların refah ve eğitim düzeyini artıramayan bir ülkenin gelişmesi bir noktada tıkanır. Japonya, G. Kore ve Tayvan'ın her üçü de sanayileşmeye düşük ücret seviyeleriyle başlamışlardır; fakat ücretler eşine az rastlanır bir hızla yükselmiştir. Düşük ücretin cazibesine kapılarak Türkiye'ye gelip ihracata yönelik üretim yapacak olanlar, ücret seviyesi veya kur değişiklikleri karşısında bu yılın başında Meksika'da görüldüğü gibi üretimlerini durdurur, hatta çekip giderler. Zaten şimdiye kadar yabancı ülkelerin yatırım yapmasıyla sanayileşen bir ülke görülmemiştir.
 
Gümrük Birliğinin kısa vadede ihracatımızı artırması pek mümkün değildir. Gıda sektörünün hemen tamamı kapsam dışı kalmaktadır. Tekstilin durumu sanıldığı kadar parlak değildir. Bugün ihracatın % 60'ından fazlasını oluşturan konfeksiyon ürünlerinin girdilerinin çoğu ücretlerin çok düşük olduğu Hindistan, Pakistan gibi ülkelerden ithal edilmektedir. Gümrük birliğine girilince bu ülkelerden yapılan ithalat üzerindeki gümrük vergisi artacağı için konfeksiyonda maliyet yükselecektir. Türk sanayiinin yapısı dışında 1980'den itibaren uygulanagelen ve özellikle Özal döneminde iyice yerleştirilen iktisat politikaları da gümrük birliğini Türkiye için daha riskli hale getiren bir ortam yaratmıştır. Tasarrufları arttırma adına katma değerin bölüşümü faiz lehine değiştirildiği için Türk sanayicisi AB sanayicisine göre daha yüksek kredi maliyetiyle karşı karşıyadır. 1988'de yürürlüğe konan sermaye hareketleri serbestisi ise gümrük birliğinin muhtemelen dış ticaret açığını büyütmesi durumunda, geçen Aralıkta bir yıllık NAFTA macerasını takiben Meksika'da görüldüğü gibi, 1994 krizinden daha büyük boyutta sermaye kaçışına ve mali krizlere zemin hazırlayacaktır.
 
Avrupa Birliği ile gümrük birliğinin özellikle uzun vadede Türk ekonomisinin lehine olacağını iddia etmek cehalet ve gaflettir. Zaten bu işin en hararetli savunucuları bile şimdiye kadar gümrük birliğinin getireceği ekonomik avantajların dezavantajlardan ağır basacağını gösteren argümanlar üretemediler; üretmeleri de mümkün değildir. O halde bu azgın kampanyanın sebebi ne? Birincisi, Türkiye'nin ekonomik çıkarlarıyla fert olarak sermayedarların çıkarları özdeş olmak zorunda değil. Şirketinin çoğunluğunu yabancı bir şirkete devreden bir sermayedar bunu iyi bir bedel karşılığında yapmışsa üzülmesini bekleyemeyiz. Fakat asıl önemli nokta, Türkiye'yi bugün AB üyesi olmadan gümrük birliğine girme aşamasına getiren sürecin siyasi bir tercihin sonucu olmasıdır. Türkiye'nin 1959'de AET'ye üyelik müracaatı, uzun zamandır sürdürdüğü kendi geçmişine sırtını dönme ve Batı'ya yamanma politikasının bir sonucuydu. Bugün de gümrük birliği lobisinin arkasındaki temel saik ekonomik değil, siyasi ve ideolojiktir. Ekonomik argüman yetersiz olduğu için, AB'nin en önde gelen yetkililerinin Türkiye'nin AB'ye alınmayacağını yıllardır en açık biçimde belirtmelerine rağmen gümrük birliğinin ardından AB üyeliğinin geleceği yalanı söylenmekte ve İspanya, Portekiz, Yunanistan örnekleri verilmekte, sade vatandaş Avrupa arabaların fiyatını düşeceği müjdesiyle tavlanmaya çalışılmaktadır. Asıl sebep, ucundan da olsa Avrupa'ya bağlanmanın Türkiye'de "evrensel değerlerin" hakim olmasını, yani Türkiye'nin her zaman Havana purosu ve Fransız şampanyası içmeyi ve Clup Med'de anadan üryan güneş banyosu yapmayı sevenlerin idaresinde bulunmasını güvence altına alacağı umududur. Türkiye'de bir gün Batı başkentlerinde destek aramayan, gücünü yalnızca bu topraklardan alan bir iktidar olacaktır. O zaman bu teslimiyet belgesi -eğer hala yürürlükteyse- yırtılacaktır.
 
Türkiye Günlüğü, Sayı 36, Eylül 1995. 

HUKUKÎ UYARI: selimsomcag.org sitesinde yer alan bilgi, haber ve yorumlar güvenilir olduğuna inanılan kaynaklardan derlenen veriler ve bunlara dayanan kişisel yorumlardır. Kamuoyunu aydınlatmak amacıyla yayınlanan bu bilgi ve yorumlar hiç bir şekilde tavsiye veya yatırım danışmanlığı niteliği taşımaz. Bu bilgi ve yorumlara istinaden yapılacak işlemler sonucunda doğabilecek zararlardan selimsomcag.org hiç bir şekilde sorumlu tutulamaz.

Copyright © 2014 Selim Somçağ. Her Hakkı Saklıdır.