Türkiye 21. yüzyıla teknik deyimiyle yarı-sanayileşmiş, alt-orta gelir grubunda bir ülke olarak girmektedir. Tarihî perspektifle bakıldığında Türkiye'nin yakın geçmişinde 1962-1977 dönemi hem büyüme hızları, hem de ekonomideki yapısal dönüşüm bakımından başarılı bir dönem olarak dikkati çekmektedir. Bu dönemde millî gelirin ortalama büyüme hızı % 6.6, sınaî üretiminin ortalama büyüme hızı % 9.6'dır. Ekonomik yapı devlet planlamasına, karma ekonomiye, iç pazarın gümrüklerle korunmasıyla ithal ikamesine dayalıdır. Sanayileşme ve kalkınma açısından çok başarılı olan bu dönemde ekonomik yapının zayıf noktası dış finansmana bağımlılıktır. Bu yapıda sanayi esas olarak iç pazarın ihtiyaçlarına yönelik üretim yapmaktadır; öte yandan da sanayileşme tamamlanmadığından yatırım malları ve ara mallarda hemen tamamen dışa bağımlıdır. Bu durum kronik olarak dış ticaret açıkları üretmiş, bu açıklar büyük ölçüde kamunun uluslararası kuruluşlar aracılığıyla sağladığı dış kredilerle finanse edilmiştir. Dolayısıyla kısa zamanda Türkiye'yi sanayileşmenin başlangıç aşamasındaki bir ülke olmaktan yarı-sanayileşmiş bir ülkeye dönüştüren bu model son tahlilde Batı'nın Türkiye'ye kredi açmaya ne kadar istekli olduğuna bağımlı kalmıştır. Nitekim Batı ülkelerinde 1970'lerde başgösteren ekonomik krizin Türkiye gibi ülkelere yönelik finansman kaynaklarını daraltması, öte yandan ekonominin büyümesine paralel olarak Türkiye'nin dış finansman ihtiyacının artmasıyla 1977'den itibaren bu süreç kesintiye uğradı. Birkaç yıllık bir kriz ve yokluk döneminden sonra 24 Ocak 1980 kararlarıyla ekonomi başka bir rotaya oturdu. IMF ve Dünya Bankasının tavsiyeleriyle, yani Batı tarafından oluşturulan yeni rotada planlı kalkınmaya, karma ekonomiye ve ithal ikamesine son veriliyor, dış ticaret duvarları kaldırılıyordu. Batı'da II. Dünya Savaşı sonrasında başlayan, ülkeler içinde bütün sınıfların, uluslararası planda da bütün ülkelerin aynı anda büyümesini sağlayabilen büyülü dönem bitmişti. Batı sanayiinin artık ciddî bir pazar sorunu vardı. Bu yüzden Batı artık ithal ikameci, kalkınmacı ülkelere finansman sağlamak istemiyordu. Batı'dan kredi isteyen ülkeler bunun karşılığında pazarlarını Batılı şirketlerin ürettiği her türlü mala sonuna kadar açmak zorundaydı. 24 Ocak Batı'nın bu yeni yöneliminin Türkiye'deki ifadesi oldu.
Henüz sanayileşmesini tamamlamamış bir ülkede sanayileşmeden devlet desteğinin çekilmesinin ve iç pazarda çocuk yaştaki yerli sanayiin dünya devleriyle rekabete mecbur bırakılmasının sanayileşme sürecini sekteye uğratacağı, belki de durduracağı açıktı. Bu yeni politika paketinin olumlu bir yönü ise Türk sanayiinin ihracata teşvik edilmesiydi. Zaten Türkiye'nin ithalat kapılarını açarken eskisi gibi hâlâ sadece tarım ürünleri ihraç eden bir ülke olarak kalması yeni döviz krizlerine yol açacağı için bu bir zorunluluktu. Batı'nın önderlik ettiği uluslararası işbölümü çerçevesinde Türkiye Batı'dan yatırım malları, yüksek teknolji ürünleri, lüks tüketim malları satın alacak, bunları satın alacak dövizi de kısmen tekstil, konfeksiyon gibi Batı'nın gelişmekte olan ülkelere terk ettiği hafif sanayi ürünleri ve tarım ürünleri ihracatıyla, kısmen de Batı kaynaklı kredilerle sağlayacaktı. Bu bir devridâim sistemiydi. İçinde bir sanayileşme dinamiği yoktu. Planlı kalkınmanın, KİTlerin sanayideki öncülüğünün ve ithalat kontrolünün kalkması Türkiye'nin sanayileşmede bir üst aşamaya geçmesinin önünü kesiyordu. Nitekim eski sistemin dinamikleri yavaş yavaş soluğunu tüketip yeni model yerine oturdukça bu yapı iyice belirginleşti.
Yeni sistemin kemale ermesi 1989 yılında 32 sayılı kararla Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanununun değiştirilmesiyle gerçekleşti. Bu değişimle Türkiye ile dış dünya arasındaki sermaye giriş çıkışı tamamen serbest hale geldi ve döviz tevdiat hesapları yasallaştı. Aynı dönemde bütçe açıklarının iç borçlanma yoluyla finanse edilmesi sistemine geçildi. Böylece artık Türk ekonomisinin dış finansmanı kamunun sağladığı uzun vadeli krediler yerine özel sektörün bulduğu özel kredilerle sağlanacaktı. Sanayileşme atılımından vazgeçmiş, açık pazar olmuş bir ülke sanayi sermayesi için cazip olmayacağından buraya ancak değerli kağıtlara yatırım yapacak, kısa vadeli finans sermayesi, yani sıcak para gelecekti. Bunun geleceği adres devlet tahvilleri olacak ve bu işleme de bankacılık sistemi aracılık edecekti. Böylece 1990 yılına gelindiğinde ticaret ve finansta neoliberalizme dayanan bu sistem bütün unsurlarıyla tamamlanmıştı. O tarihten bugüne kadarki 13 yılda bu yeni sistemin meyvelerinin ne olduğunu özet olarak görelim:
1. Bu dönemde millî gelir ortalama olarak % 3.5 oranında artmıştır. 2002 ve 2003 yıllarında DİE'nin millî gelir hesaplarında yaptığı çarpıtmayı bertaraf edersek bu oran % 2.8'dir; yani planlı kalkınma dönemindeki büyüme hızının yarısından daha azdır.
2. Sanayileşme aşağı yukarı yerinde saymıştır. Türk sanayii son 20 yılda yeni bir sektöre adım atamamıştır. TELETAŞ gibi elektronik-telekom konusunda öncülük yapma potansiyeli gösteren bir şirketin özelleştirilme kapsamında Belçikalılara satılmasının ardından derhal bütün ARGE çalışmalarının durdurulması neoliberal ortamın sanayileşme üzerindeki etkisini göstermek bakımından tipiktir. Bu dönemde sanayideki büyümenin başını katma değerin çok düşük olduğu tekstil-konfeksiyon, ve gelişmiş ülkelerin terk ettiği başka bir alan olan ark ocaklı fırınlarda inşaat demiri üretimi çekmiştir. Bunlar makina ve teçhizat olarak tamamen dışa bağımlıdır ve bize benzer birçok ülkede bu alanlarda aşırı yatırım olduğu için uluslararası piyasada bu mallar ezici bir rekabete tâbîdir. Buna parya sanayi de diyebiliriz. 1960'lardan gelen otomotiv sanayii de neoliberal ortamda gelişme göstereceğine geriye giderek tamamen Avrupalı ana şirketlerin fasoncusu olmuştur. Türk sanayii belli bir aşamada donmuş kalmıştır. Çok düşük katma değerlerle üretim yapmakta, yeterli sermaye birikimi de oluşturamamaktadır. Bu arada, 1996 Gümrük Birliğinden sonra sanayiin önemli bir bölümünün mülkiyeti de Avrupa sermayesine geçmiştir. Mevcut yapı içinde Türkiye'de sanayileşmenin ilerleme kaydetmesini beklemek boş bir hayaldir.
3. Bu yapı içinde Türkiye'nin dış ticaret açıkları çok büyümüş, hızlı büyüme yıllarında cari açığı finanse etmek büyük bir sorun haline gelmiştir. Buna bağlı olarak 1994 ve 2001 yıllarında ödemeler dengesi krizleri yaşanmıştır. Bu büyük açıkların sonucu olarak Türkiye'nin dış borcu çok artmıştır.
4. 1989'da hiç mesabesinde olan devletin iç borçları 2003 sonu itibarıyla 194 katrilyon TL ya da 139 milyar dolar, 1989'da 41 milyar dolar olan Türkiye'nin dış borçları da 147 milyar dolar olmuştur. Yüksek borçlar son yıllarda bütün ekonomi politikalarını ipotek altına aldığı gibi, 1 Mart tezkeresinde veya 8.5 milyarlık Amerikan kredisinde görüldüğü gibi Türkiye'nin dış politikasını ipotek alma eğilimine de girmiştir. Malî bağımsızlığını kaybeden bir ülkenin siyasî bağımsızlığını da er geç kaybedeceği açıktır.
Türkiye'deki neoliberal, özelleştirmeci, küreselleşmeci, IMFci, ABci politikaların 20 yıllık acı bilançosu kısaca böyledir. Bunun Türkiye için hayırlı olmadığı aşikârdır. Peki bizi kendi ayakları üzerinde durabilen, bağımsız ve güçlü Türkiye'ye ulaştıracak ekonomi politikaları nelerdir? Bunlar esas olarak yine 1960'lı, 1970'li yılların politikalarıdır. Gelişmekte olan bir ülke sanayiini çocukluk devresini atlatıp delikanlı olana kadar korumalıdır. Gelişmekte olan bir ülkede sınırlı kaynakların heba edilmemesi, dört bir yanda filizlenen kalkınma, sanayileşme, zenginleşme girişimlerinin koordine edilmesi için devlet yol gösterici planlama yapmalıdır. Gelişmekte olan bir ülkede devlet özel sermayenin gücünü aşan altyapı, sanayi ve tarım yatırımlarını üstlenmelidir. Sanayileşmenin yerli ve yabancı özel sektöre terk edildiği son 24 yılda özel sektör ortaya bir Ereğli Demir Çelik, bir TÜPRAŞ Yarımca, bir PETKİM, bir Seydişehir Aluminyüm, bir Karacabey Tarım İşletmesi koyabilmiş midir? Koyamamıştır ve koyamayacaktır. Peki ne yapmıştır? Hemen tamamı devlete tefecilik yaparak kazanılmış faizle kurulan Yapı Kredi Kulelerini Sabancı Centerları, Akmerkezleri, Maya Residenceları, Carrefoursaları, yani rant ve tüketim ekonomisinin merkezlerini yapmıştır. Üretmeden tüketen, bu yüzden her yıl daha çok borca batarak bağımsızlığını uluslararası tefeci sermayesiyle pazarlığa yatıran bir ülkenin tepeden tırnağa tefeci ve rantiye kesilmiş büyük sermayesinin ortaya koydukları bunlardan ibarettir.
Aslında bu konunun fazla tartışılacak bir yönü yoktur, çünkü sanayileşmenin korumacılık ve devlet öncülüğü dışında başka bir yolu bulunamamıştır. İlk sanayileşen ülkeler olduklarından rekabet sorunuyla karşılaşmayan İngiltere ve Fransa hariç, 1870'lerin Almanyası, 1890'ların Amerikası, 1930'ların Japonyası, 1960'ların Güney Koresi ve Mao döneminden itibaren Çin hep bu şekilde sanayileşmeyi başarmışlar ve başarmaktadırlar. Ancak Batı kapitalizminin 1980'lerden itibaren gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak başlattığı neoliberal saldırı çerçevesinde muazzzam bir propaganda mekanizmasıyla bu açık gerçek gözlerden saklanmaya çalışıldığıiçin malûmu tekrar tekrar ilâm durumunda kalıyoruz. Ancak Türkiye 1962-1980 döneminde bu sürecin önemli bir yönünü ihmal etmiştir. Yüksek gümrük duvarları yerli sanayii düşük verimliliğe ve aşırı yüksek fiyatlandırmaya sevk edebilir. Gerçi yeni kurulan bir sanayiin derhal gelişmiş ülkelerdeki verimliliği yakalaması mümkün değildir, ancak zaman içinde bu fark kapanmalıdır. Peki, sanayi gümrük duvarlarıyla korundukça bu nasıl olacaktır? Nitekim Türkiye başta otomotiv olmak üzere korumacı dönemde bu konuda başarı sağlayamamıştır. Yakın tarihli bir örnek olarak Güney Kore'nin bu soruna bulduğu çözüm ihracat hedefleri koymak olmuştur. Devlet gümrüklerle koruduğu, ucuz finansman sağladığı sınaî yatırımlara yıllar içinde artan ihracat hedefleri koymuştur: İlk beş yıl sonunda üretimin % 10'u, on yıl sonunda % 20'si gibi... Bu sayede şirketin uluslararası verimlilik standardını yakalaması sağlanmış olmaktadır. Bu hedefleri tutturamayan bazı büyük yatırımlardan devlet desteğini çekmiş ve bunların batmasına göz yummuştur. Güney Kore'nin gemi inşa ve otomotiv sektöründeki başarısının anahtarı bu politikada yatmaktadır. Türkiye yeniden bir ithal ikameci sanayileşme dönemine girerken bu sistemi iyi incelemeli ve Türkiye'ye uyarlamalıdır. Aksi takdirde sanayi kolay kolay uluslararası standartlara ulaşamayacak, bir zamanların TOFAŞ örneğindeki gibi 20 yıl önceki teknolojinin otomobilleri Türk tüketicisine Avrupa otomobil fiyatına satılabilecektir.
Konuyu biraz daha somutlaştıralım. Yeniden karma ekonomiye dayalı, planlı, ithal ikameci, sanayileşmeci politikalara geçiş elbette Gümrük Birliğinden çıkmayı gerektirmektedir. Gerekirse AB ile bir serbest ticaret anlaşmasına gidilebilir, ama Türkiye'nin mevcut sanayileşme düzeyi gözönüne alınırsa bu da en az 20 yıl sonra düşünülmelidir. Gereksiz ithalat engellenmelidir. Maliye, para ve kur politikaları şimdiki gibi Batı finans sermayesine servet kazandırma ve borçları çevirme hedefine değil, kalkınma ve zenginleşme hedefine yönlendirilmeli, dolayısıyla IMF politikaları terkedilmeli, Türkiye-IMF ilişkileri dayatma yerine işbirliği halini almalıdır. 32 sayılı karar kaldırılarak sermaye hareketleri kontrol altına alınmalı, iç ve dış borçlar yeniden yapılandırılarak Türkiye'de paradan para kazanma dönemi bitirilmeli, bankalar reel ekonomiye kredi vermek olan aslî işlevlerine döndürülmelidir. Kârlı, verimli ve stratejik önemi olan KİTlerin özelleştirilmesinden vazgeçilmleidir. Türkiye'de henüz mevcut olmayan elektronik, bilgisayar, telekomünikasyon alanlarına yeni kurulacak KİTlerle girilmeli; hem kamuda, hem özel sektörde ARGE ve eğitime büyük ödenekler ayrılmalı, teşvikler verilmelidir.
Bütün bunlar belki bugün kulaklara bir hayal, hayalden de öte bir masal gibi gelebilir. Fakat Türkiye bütün bunları kısa sürede başarabilecek tecrübe, eleman, teknoloji birikimine sahiptir. Kamu borçlarının yeniden yapılandırılması, gereksiz ithalatın durdurulması ve büyük sermayenin rantiyelikten yatırımcılığa yöneltilmesiyle bu iş için gereken kaynaklar da kolaylıkla sağlanabilecektir. Bunların önündeki tek engel Türkiye'yi yönetenlerin Batı emperyalizmi tarafından kuşatılmış, elde edilmiş veya sindirilmiş olmaları, bunun sonucunda bu mahfillerin borazan medya aracılığıyla mütemadiyen millete teslimiyetçilik ve yenilmişlik duygusu aşılayarak milletin kendine olan güvenini yok etmeleridir. Bu bakımdan durum Osmanlı Devletinin Tanzimat sonrası haline, düvel-i muazzama politikası devrine benzemektedir. Daha da ileri giderek bazı bakımlardan manzarayı Mütareke İstanbuluna dahi benzetebiliriz. Türkiye o zaman nasıl bu bataklıktan çıkarak bütün dünyanın saygı duyduğu 1930'lar Türkiyesi olduysa bugün de bu karanlıkları yırtarak ekonomide ve uluslararası politikada hak ettiği yeri alacaktır; çünkü:
“Türk'ün haysiyet ve izzet-i nefis ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür.”