1999 Helsinki Zirvesinde AB tarafından Türkiye aday adayı ilân edilince Türkiye'ye verilen ödev listesinde önemli maddelerden biri de şuydu: “Ekonomiyi IMF'nin hâzik ellerine teslim edip AB'ye hazır hale getir, özellikle de enflasyondan kurtul!” Eh, emir büyük yerden olunca Türkiye uzun süredir çeşitli kronik rahatsızlıklardan muzdarip olmakla beraber herhangi bir kriz tehdidiyle karşı karşıya bulunmayan ekonomisini IMF'ye teslim ediverdi. O gün bugündür icra makamında oturan bütün hükümetlerin uyguladıkları ve övdükleri bütün ekonomi politikaları en ince ayrıntısına kadar IMF'nin eseridir. Doğal olarak, 2001 yılında göz göre göre gelen devalüasyon da, onun sonucunda ortaya çıkan ve bugüne kadar uzayan resesyon da IMF'nin eseridir. Ne ilginçtir ki, IMF'nin mucize programının 14 ayda patlaması bile Türk ekonomisi üzerindeki IMF vesayetini ortadan kaldırmamış, bilâkis ağırlaştırmış; IMF Türkiye Büyük Millet Meclisine Washington'da yazılmış kanun paketleri gönderip bir gecede yasalaştıracak güce erişmiştir. Binaenaleyh, şu anda ekonomide övüleceklerin de, yerileceklerin de adresi IMF'dir; 59. hükümet değildir. 58. ve 57. hükümetler zamanında olduğu gibi...Hoşumuza gitse de, gitmese de durum bu.
Son dönemde ekonomide olumlu gelişmelerden sıkça söz ediliyor. Nedir bunlar dediğimizde cevap şu : “Döviz kurları, enflasyon ve faizler düştü”. Zaten bunların üçü aslında aynı olgunun değişik cepheleridir. Türkiye'de kısa vadede enflasyonu ezici ağırlıkla belirleyen etken döviz kurlarının seyridir. Kurlar gerileyince enflasyonun de gerilemesi doğaldır. Faizlere gelince, piyasalardaki muhtelif faizlerin temeli olan Merkez Bankası gecelik borçlanma faizi de mevcut para politikası çerçevesinde enflasyon düştükçe düşürülmüştür. Yani o da dolaylı olarak gerileyen döviz kurlarının bir sonucudur. Demek ki ortada olumlu bulunan tek bir gelişme vardır: Kurların gerilemesi. Ne var ki kurların bu denli gerilemesi kısa vadede olumlu gibi gözükse de aslında olumlu bir gelişme değildir.
Ekonomik değişkenlerin birçoğunda olduğu gibi kurlarda da mimimum ve ya maksimum değil, optimum hedeflenir. Optimum kur seviyesi, o ülkenin dış dünyayla yaptığı mal ve hizmet alışverişini ekonomiyi büyütürken ödemeler dengesinde sıkıntı yaratmayacak bir rotaya oturtacak kur seviyesidir. 2001 Şubatında olduğu gibi kurların fazla yükselmesi döviz borçlusu kurumları zarara uğratarak, enflasyonu patlatıp reel gelirleri düşürerek resesyon yaratır. Kurların 2000 yılında ve son birbuçuk yıldır olduğu gibi fazla düşmesi ise ithalatı ucuzlatıp ihracatın önünü tıkar, bu da sürdürülemez bir dış ticaret açığı ( daha genel olarak, sürdürülemez bir cari işlemler açığı) anlamına gelir. Açık sürdürülemez boyuta ulaşınca düzeltme devalüasyonla olur. Yani fazla düşük kur bir süre sonra yerini fazla yüksek kura bırakır. Bunu 1993-1994'te, ve 2000-2001'de yaşamıştık; şu anda içinde yaşadığımız dönem de bu bakımdan ana hatlarıyla 2000 yılına benzemektedir; ve ufukta ciddî bir döviz kuru düzeltmesi de yavaş yavaş belirmeye başlamıştır.
2001 devalüasyonuna o zamanki GSMH'nın % 5'i seviyesine ulaşan cari açık yol açmıştır. IMF'ye angaje medyada ön plana çıkartılan Telekom özelleştirilmesindeki gecikmeler, Anayasa fırlatma vs olaylar sadece vesiledir, sebep değildir. Eğer 21 Şubat günü Hazinenin 7 milyar dolarlık itfası olmasaydı, 5 katr.luk Rezerv Paranın 3 katr.unun Merkez Bankasının bankalara repoyla verdiği borç paradan oluştuğu bir konjonktürde bankalar hangi Türk Lirasıyla Merkez Bankasından döviz alacaklardı? Bu masalları magazin gazetecilerine bırakarak konuya devam edelim. Cari işlemlerin ana kalemi dış ticarettir, ve cari işlemler açığının boyutunu da dış ticaret açığı belirlemektedir. Aşağıdaki grafikte 12 aylık dış ticaret açığının 2000 yılı Ocak ayından 2003 yılı Temmuz sonuna kadarki seyrini görüyoruz.
2000 yılına 15 milyar dolar seviyesinde başlayan 12 aylık dış ticaret açığı kur çapasının yarattığı aşırı değerli TL ortamında hızla artarak yıl sonunda 27 mia dolar olmuştur. Bu 10 milyarlık bir cari açık anlamına geliyordu ki, sürdürülemez bir seviyeydi ve Şubat 2001 devalüasyonunu getirdi. Devalüasyondan sonra hızla düşen dış ticaret açığı Şubat 2002'de 8.5 milyar dolara gerilemişti. Tam bu noktada, önce ABD'nin devreye girmesiyle IMF'nin Türkiye'ye verdiği 10 milyarlık ek kredinin gelmesi, 2002 sonundan itibaren ise belli çevrelerin yeniden kısa vadeli dış borç bulup açık pozisyon yapmasıyla döviz piyasasında arz fazlası ortaya çıktı. Dalgalı kur çerçevesinde Merkez Bankasının bu fazlayı emmek için zamanında ve yeterli boyutta müdahale etmemesiyle kurlar gerilemeye başladı ve Türk Lirası yeniden aşırı değerli hale geldi. Bunun sonucunda tekrar bir ithalat patlaması dönemine girildi ve grafikte görüldüğü gibi dış ticaret açığı yeniden büyümeye başladı.
Şubat 2002'de 8.5 milyar dolar olan dış ticaret açığı Temmuz 2003 itibarıyla 19 milyar dolar. 2003 sonunda 23 milyar olması muhtemel. Mevcut kur seviyesi az çok böyle kalırsa 12 aylık dış ticaret açığındaki artış 2004'ün ortalarına kadar sürer. 2004 ortalarında dış ticaret açığı 26-27 milyarda zirve yaptığında 12 aylık cari açığın da ( 10 milyar dolar gibi) sürdürülemez seviyelere ulaşmış olma ihtimali çok yüksek. Ekonomide böyle ciddî bir risk belirmişken, esas olarak spekülatif sermaye hareketlerinin yarattığı, geçici olmaya mahkûm bir döviz bolluğundan mütevellit kur, faiz ve enflasyon düşüşlerine bakarak zafer çığlıkları atmak yanlış ve tehlikelidir. Dikkat edilirse mevcut duruma alkış tutanlar IMF, iç ve dış finans çevreleri ve onlara bağlı medyadır. Mevcut durumda bu çevrelerin çıkarları sanayici, ihracatçı, tüccar, esnaf, işçi ve çiftçinin menfaatleriyle paralel değildir, bunlara zıttır. Bu alkışlara kulak verip reel ekonomiyi ayakta tutan üretici kesimlerin şikâyetlerine ve ekonomide başgöstermiş olan risklere kulak tıkamak yanlış olur. Hele, aslında öz sermayesini kaybetmiş, kağıttan kaplana dönmüş olduğu halde kısa vadeli dış borçlarla, açık pozisyonlarla, spekülatif DİBS portföyleriyle ayakta durmaya çalışan bazı grupların propagandalarına kapılarak, Türkiye'nin Irak'ın kuzeyi, Kıbrıs gibi millî konularında tavizkâr bir yönelime girmek, verilecek tavizlere mukabil ABD'den para geleceğine bel bağlamak gaflet olacaktır. Borç parayla sürdürülemez cari açık riskinden kurtulamayız, sadece krizi erteleriz. Ertelenen kriz ise ağırlaşır. Umarız 59. hükümet, 57. ve 58. hükümetlerden farklı olarak bu hatalara düşmez ve ABD-AB-IMF ve “Türkiye'deki Danimarka” yerine milletin sesine kulak verir. Milletin sesine kulak veren hükümetin de yapması gereken ilk iş “dalgalı kur” saçmalığını terk ederek kuru olması gereken yere getirmek ve dış ticaret açığımızı makûl bir seviyeye indirmek olmalıdır. Eğer hükümetin Merkez Bankasına bunu yaptırmasını önleyen bazı yasal engeller varsa (meselâ IMF'nin 15 günde çıkarttığı 15 yasadan biri gibi) TBMM'de çoğunluğu bulunan hükümet için bunları değiştirmek mesele olmamalıdır. TBMM'nin bünyesinden çıkan Türkiye Cumhuriyeti hükümeti için en yüce irade TBMM'nin iradesi, ve en yüce menfaat Türk milletinin menfaatidir.
Ekonomik Denge (ATO Yayın Organı), Sayı 67, Kasım 2003