İçinde bulunduğumuz kriz en az 1929 Büyük Buhranı kadar derin ve geniş kapsamlı olacak. Büyük ekonomilerdeki borç stoklarının millî gelirlere oranlarından ve ülkeler arası cari açık-cari fazla dengesizliklerinden yola çıkacak olursak bu seferki krizin daha derin olması da mümkün.
Kriz süreci bütün ülkeleri eşit derecede etkilemeyecek, krizin ülkeler bazındaki sonuçları son derece eşitsiz olacak. Bir zamanlar güçlü ve öncü sanayi sektörleri sayesinde zenginleşmiş olmakla beraber çoktandır rekabet üstünlüklerini yitirmiş olan, buna rağmen servetleri ve eskiden sağladıkları kurumsal avantajlar sayesinde zengin görünmeye devam eden ülkeler en ağır darbeyi yiyecekler. Kriz bunların defterini dürecek ve bunların ekonomik gücünü rekabet güçleriyle hak edebildikleri yere, yani şimdikinin çok altına indirecek. Bu listenin başında günümüz dünyasındaki genel siyasî ve ekonomik coğrafyayı belirlemiş olan iki ülke, ABD ve İngiltere yer alıyor.
Eskinin büyükleri atadan kalan mirası tüketirken son otuz yıldır sürekli rekabet güçlerini arttırarak sanayileşme süreçlerini derinleştirmeyi ve dünyanın ihraç pazarlarını ele geçirmeyi başaran ülkeler ise krizden güçlenerek çıkacaklar. İhraç pazarları daralacağı için ilk aşamada elbette onlar da krizden etkilenecek, fakat bu etkilenme tökezleme düzeyinde kalacak, kalkınma süreçleri durmayacak, yavaşlayarak da olsa devam edecek. Öte yandan eski zenginlerin gücü hızla azalacağı için bunların nisbî konumu krizi sürecinde bile yükselmeye deavm edecek. Bu grubun başını elbette Çin çekiyor. Güneydoğu Asya ülkeleri ve Hindistan onu daha düşük bir tempoyla da olsa izlemekte. Kriz sonrası dünyanın yeni ekonomik merkezi bu bölge olacak.
Batı Yarımkürede bu grubun başlıca temsilcisi Brezilya. Büyük ekonomik potansiyelini komşusu ABD’nin tahakkümü yüzünden tam olarak değerlendiremeyen Meksika’nın da ABD’nin çöküşüyle önü açılacaktır. Doğal kaynak zengini olan ve ekonomi alanında çok deneyimli kadrolara sahip Arjantin ve Şili’nin de katılımıyla Latin Amerika 15- 20 yıl içinde ekonomik olarak Kuzey Amerika’nın önüne geçebilir. 20 yıl sonra Latinoların ABD’ye 100 yıllık göçünün tersine döndüğünü ve artık gringoların Latin Amerika’da iş aramaya başladıklarını görebiliriz.
Üçüncü grup ise kestirmeden konuşursak krizle ne uzayıp ne kısalacak ülkeler... Burada iki alt grup var. Birincisi, ABD ve İngiltere gibi erken sanayileşmiş ve refah toplumuna ulaşmış oldukları halde (esas olarak II. Dünya Savaşında yerle bir olmaları sebebiyle) sanayileri rekabet gücünü kaybetmemiş olan zenginler; Almanya ve Japonya. Almanya son 20 yılda Gümrük Birliğini ve ortak para birimi euroyu kaldıraç olarak kullanarak Güney ve Doğu Avrupa’da Alman sanayii için daimî bir pazar yarattı. Gümrükleri ve kur politikaları (aşırı değerli yerli para) AB’nin denetimine geçen bu yarı-sanayileşmiş ülkelerde kalkınma süreci durdu. Bunlar Amerikan ve Avrupa bankalarından borç alıp, bu borçla Almanya ve Çin’den ithalat yaparak yaşamaya başladılar. 1996 Gümrük Birliği Anlaşmasıyla ve 2000’de başlayan ve halen örtülü olarak devam eden kur çapasıyla maalesef Türkiye de bu kurt kapanına girdi. Gelgelelim şirketler için olduğu gibi ülkeler için de borç konusunda bir istiap haddi olduğu için bu devridaim makinası sonunda patladı ve bu patlama bugünlerde euro bölgesini sallamakta olan PIIGS krizine yol açtı.
Almanya hem dünya çapında büyümenin durması, daha çok da çevresinde oluşturduğu bu daimî ihraç pazarının dağılmasıyla büyük bir sarsıntı geçirecek, fakat ABD veya İngiltere gibi dipsiz bir çöküş sarmalına yuvarlanmaz. İhracatını Asya ve Latin Amerika’daki yeni büyüme merkezlerine kaydırarak önemli bir ekonomik güç olmaya devam eder. Ancak Güney ve Doğu Avrupa’ya yönelik emperyalist hayallerine veda etmek zorunda kalır. Siyasî kaderi ise bölgesinde rakipsiz askerî güç haline gelecek Rusya’yla iyi geçinmesine bağlı.
Fransa’nın durumu ortada görünüyor, kaderi tercihlerine bağlı. Emperyalist-askerî iddialarından vazgeçmeyi reddeder, toplumunu baştan aşağı daha az tüketip daha çok çalışma yolunda yapılandıramazsa batağa sürüklenebilir. Akıllı davranır, megalomanisinden vazgeçerek ayağını yorganına göre uzatmaya karar verir ve Almanya’nın eteğine tutunursa ikinci sınıf bir Almanya olarak ayakta kalabilir. AB liderlerinin daha yeni akıl edebildikleri, zayıf çevre ülkelerini dışlayan daha entegre bir çekirdek Avrupa formülünün gerçekleşmesi Fransa’nın lehine olur.
Uzakdoğu’nun Almanyası Japonya da ne uzayıp ne kısalacaklar listesinde. Kendi içinde büyüme şansı yok, Almanya’dan da çok ihracata bağımlı. En büyük pazarı ABD’nin çökmesine rağmen çok yakınındaki Çin merkezli Asya ekonomisine mal satarak daha uzun süre ayakta kalabilir. Tabiî ABD’nin nüfuz alanından çıkıp Çin’le iyi geçinmeyi başarabilmesi şartıyla...
Ne uzayıp ne kısalacakların ikinci alt grubunda Rusya var. Rusya büyük bir sanayi gücü olmamakla beraber muazzam doğal kaynakları var ve bunları değerlendirebilecek teknolojik altyapıya da sahip. Rusya’yı Batı’ya teslim eden Gorbaçov ve Yeltsin zamanında Rusya da Batı’nın borç tuzağına düşmüştü, fakat Rusya derin devletinin 1998’deki karşı hamlesiyle Rusya moratoryuma giderek tuzaktan kurtulmayı başardı. O tarihten beri iyi yönetilen bir ülke. İhracatının gerilemesiyle o da sarsılacak, ama o da ihracatını zamanla yeni ekonomik güç merkezlerine kaydırarak ayakta kalır.
Siyasî-askerî gücün nihaî kayağı ekonomik güç olduğu için krizle beraber küresel ekonomik güç dengelerinde ortaya çıkacak büyük değişim elbette dünya siyasetine de yansıyacak. Krizin bu alandaki en temel sonucu ABD’nin dünya çapındaki siyasî-askerî hegemon güç konumunun kesin olarak sona ermesi olacak. Zaten 1970’lerden beri yavaş yavaş erozyona uğramakta olan Amerikan hegemonyası 90’larda Sovyet blokunun çöküşüyle yeniden hayat bulur gibi oldu, fakat aslında bu hastanın ölümden önceki son canlanmasıydı. Amerikan ekonomisini saran kanser yavaş yavaş bu gücün içini boşalttı. Önümüzdeki dönemde Amerikan ekonomisindeki aşırı borç yükünün ve çok adaletsiz gelir dağılımının yol açacağı sosyal patlamaların ABD’nin siyasî-askerî gücünü hızla eriteceğini göreceğiz. ABD’de toplumsal protesto hareketleri refah düzeyinin yüksekliği sebebiyle şimdiye dek hep marjinal kalmıştı, ama bu sefer öyle olmayacak. Bu çerçevede bizim medyanın mümkün olduğunca yer vermemeye çalıştığı “Occupy Wall Street” (Wall Street’i İşgal Et!) hareketi çok önemli olabilir. Bu arada ABD’nin bu yıl yurt dışındaki birkaç büyük birliğini ülkeye getirerek Chicago civarında bir yerlerde Amerikan ordusunun tarihinde ilk defa olmak üzere bu askerlere şehir içi savaş tatbikatı yaptırdığını belirteyim; yani Amerikan hâkim sınıfı da başına ne geleceğinin farkında.
Bu süreçte ABD önce planlı olarak, fakat bir zaman sonra panik halinde dünyanın dört bir yanındaki üslerini terk edecek, kendi kabuğuna çekilecek, kendi bütünlüğünü korumaya çalışacak. Bu açıdan bugün 29 Krizinden farklı bir durum söz konusu: 1940’larda İngiltere 100 küsur yıllık dünya hegemonyasına veda ederken bu görevi bir bayrak yarışındaki gibi kolayca devredebileceği bir müttefiki olarak ABD vardı. Bugün ABD’nin böyle bir müttefiki olmadığı gibi, çatışmalı bir süreçle de olsa dünyanın yeni hegemon gücü olabilecek herhangi başka bir ülke de yok. ABD’nin dünya siyasetinde oynadığı rolü yakın gelecekte ne Çin, ne Rusya oynayabilir. Bu tabiî ki dünyanın dört bir yanındaki bölgesel çatışmaların savaşlara dönüşme ihtimalini çok yükseltecek. Bu yüzden krizin Amerikan hegemonyasına son vermesiyle çok daha istikrarsız, güvenlik riskinin çok arttığı bir dünyayla karşı karşıya kalacağız.
ABD’nin Avrupalı önemli askerî müttefikleri de benzer sebeplerle büyük güç kaybedecek. İngiltere ve Fransa’nın Libya harekâtı sırasında “Ödeneğimiz olmadığı için uçaklarımız yeterli sayıda bomba atamıyor, bize cephane yardımı yapın” diye Amerikan Savunma Bakanlığına başvurması, Amerikalıların da “Bizde de para yok, bir kere de ABD’den yardım almadan kendi başınıza bir iş başarın!” diye bunları kovması yakın gelecekte ortaya çıkacak durumun habercisiydi.
Bu yeni dünyada Türkiye’nin çevresine bakacak olursak şimdiden bazı tahminlerde bulunmak mümkün. Sovyetlerin dağılmasından sonra Batı dünyası ABD’nin askerî gücü ve Almanya’nın parasıyla Doğu Avrupa’ya yerleşti. Şimdi bu süreç tersine dönecek. Nereye kadar, bunu şu anda bilemeyiz. Ama Rusya’nın en azından yumuşak karnı olan Baltık ülkelerini yeniden nüfuz alanına katması çok muhtemel. Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Romanya belki yeniden Rus egemenliğine girmeyecek ama, buralar artık NATO’nun at oynattığı, ABD’nin füze kalkanı kurmayı düşündüğü alanlar da olamayacak.
Doğu Avrupa’nın güneyi Balkanlar bizi çok yakından ilgilendiren bir coğrafya. Bizde hâlâ Sovyet sonrası dönemde bölgede kurulan Amerikan üsleri ve AB’nin bölgeyi ekonomik ve siyasî olarak kucaklaması sayesinde Balkanların ebediyen istikrara kavuştuğu varsayılıyor. Halbuki orta vadede burada ABD’nin esamesi okunmayacak, batı Avrupa’nın gücü de çok azalacak. 1990’lardan itibaren nüfuz alanı kurmak için Balkanları çomaklayan İngiltere, Fransa ve Almanya gibi devletler kendi ülkelerinde çöken refah toplumunun, büyüyen işsizliğin, yoksullaşmanın yarattığı kaosla boğuşacakları için Balkanları AB içinde eritme projesi hayal olacak. Bu durumda Balkanlar 19. yüzyıl boyunca olduğu gibi büyük devletler (ABD, AB, Rusya, hatta Çin) arasında bir çekişme alanına dönüşebilir. Balkanlardaki bütün sınırların emperyalist güçlerce çizilmiş yapay sınırlar olduğunu, hemen her devletin komşu ülkelerle akraba azınlıklar barındırdığını, ayrıca bu ülkelerin hiçbirinin aslında bağımsız bir millî devlet olarak yaşama kapasitesine sahip olmadığını unutmayalım. Balkanlardan büyük güçler elini eteğini çektiğinde bu bölge ancak kendi içinde birleşerek ve İstanbul ve Anadolu’yla bütünleşerek varlığını sürdürebilir. Öte yandan Türkiye Balkanlardaki hiçbir kayda değer çatışmanın dışında kalamaz. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde Balkanlar Türkiye açısından hem büyük riskler, hem de büyük fırsatlar içerecek.
Yeni dünyada barut fıçısına dönecek olan diğer komşu bölge zaten şimdiden kaynamakta olan Ortadoğu. Bu bölgeyle ilgili ABD’nin Irak’taki askerlerini çekmesiyle ortaya çıkacak iktidar boşluğundan başlayarak birçok senaryo üretilebilir, fakat bunlar bu yazının çerçevesini aşar. Ortadoğu için temel öngörüm şu: Bölgede ABD ve İngiltere’nin gücü azalacak, zaman içinde neredeyse ortadan kalkacak. Buna karşılık bölgedeki İran, Rusya ve Çin nüfuzu artacak. (Bu arada doğal kaynak zengini İran’ın da Batı’ya bağımlı olmayan ekonomik yapısının da katkısıyla krizden az zararla çıkacaklar arasında olduğunu belirteyim.) Bunlara bağlı olarak yavaş yavaş İsrail için kötü günler başlayacak. Orta vadede İsrail’in bugünkü gibi komşularını tehdit eden bir terör devleti olarak varlığını sürdürmesi mümkün olmayacak. Elbette ABD’nin Irak’ı işgaliyle emperyalizmin beşinci kolu görevine soyunarak bütün Arapların nefretini kazanan Irak Kürtleri de yeni dönemde kaybedenler arasında olacak.
Bu öngörülerim doğruysa Türkiye’nin ABD’nin füze kalkanı projesine Malatya’da üs sağlaması da, Suriye konusunda ABD ile fazlasıyla içli dışlı bir görüntü vermesi de çok akıllıca görünmüyor. Zaman artık denge ve bölge merkezli bağımsız dış politika zamanı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bunun örneklerini görmek için elbette 1923-1938 dönemine geri dönmek gerekiyor.