SELİM SOMÇAĞ
Ekonomik Danışmanlık

Bağımsız, Objektif, Güvenilir



Dört Soruda Özel Statü (Cumhuriyet Strateji, 6 Haziran 2005)


Özel statü AB'nin yeni bir icadı mı?
Hayır.   Bir kere özel statüyü üyelik dışında herhangi bir kalıcı ilişki türü olarak tanımlarsak Türkiye zaten 1996'dan bu yana AB ile bir özel statülü ortaklık ilişkisi içinde,  çünkü AB'ye tam üye olmadan AB ile gümrük birliğine giren tek ülke Türkiye. 
 
AB ile sadece ekonomi alanını değil,  her alanı kapsayan,  üyelikten farklı kalıcı bir ilişki anlamındaki özel statü de yeni bir buluş değil.   Türkiye ile AB arasında üyelik müzakerelerine başlatan 17 Aralık 2004 Brüksel Belgesinde adı konmadan özel statünün tanımı yapılmıştı.   Belgenin 23. paragrafında şöyle deniyor:  “Aday ülke üyeliğin bütün yükümlülüklerini yerine getirme durumunda olmazsa mümkün olan en güçlü bağlarla AB yapılarına bağlanması sağlanmalıdır.”   Bu özel statüden başka bir şey değildir.  
 
AB neden 17 Aralıkta özel statüyü ortaya attı?
AB'nin Türkiye'yi üyeliğe kabul etmesi mümkün değil.   AB mevcut ortak tarım politikasına tarımsal nüfusu Türkiye'ninki kadar büyük ve yoksul bir ülkeyi dahil edemez,  çünkü buna ayıracak kaynağı yok.   AB Türkiye kadar kalabalık ve yoksul bir ülkeye serbest dolaşım hakkı veremez,   çünkü bunun yaratacağı göç dalgası AB içinde ekonomik ve sosyal bir deprem yaratır;  zaten işsizlikle boğuşan Avrupa halkı isyan eder.    Ayrıca Avrupa halkının ve yönetici sınıfının çoğunluğu tarihi ve kültürel sebeplerle Türkiye'yi Avrupa'nın bir parçası olarak görmemektedir.   Bu kesim asla Türkiye'nin Avrupa Parlamentosunda en çok temsilciyle Avrupa'nın yönetiminde söz sahibi bir ülke haline gelmesine izin vermeyecektir.   Kısacası,  Avrupa'nın Türkiye'yi üyeliğe almaması için sebep çoktur.   Buna karşılık Avrupa'nın Türkiye'yi “başıboş” bırakmaması için de sebepler vardır.   Birincisi,  Türk dış ticaretinde büyük bir kanama yaratan,  buna karşılık Avrupa'ya her yıl milyarlarca dolar dış ticaret fazlası sağlayan gümrük birliği AB için çok avantajlıdır. Özellikle Avrupa otomotiv sanayii için Türkiye açık pazarı hayati önemdedir.   Ayrıca bu sayede AB sermayesi Türkiye'nin sanayi ve ticaretini,  dolayısıyla sanayileşme,  kalkınma sürecini de büyük ölçüde denetim altına almayı başarmıştır.  Böylece doğusunda birçok pazarını elinden alabilecek bir rakibin ortaya çıkmasını engelleyebilmektedir.   AB bu avantajlı anlaşmayı Türkiye'yi “AB'ye tam üye olacaksın” diye kandırarak elde etmiştir.   (1995'te aralarında benim de bulunduğum bir avuç aydın gümrük birliğine karşı çıkarken, hükümetin bu sömürge anlaşmasını “İki yıl sonra AB'ye tam üye oluyoruz” diye savunduğunu hatırlayalım.)   Gümrük Birliğinin yanısıra AB bir dünya gücü olmak hedefi doğrultusunda Türkiye'nin jeostratejik konumundan,  Türk Silahlı Kuvvetlerinin gücünden de yararlanmak istemektedir.   Nitekim iki hafta önce Fransa'nın Le Figaro gazetesinde Türkiye için özel statüyü savunan bir makale yayınlayan Fransa'nın eski adalet bakanlarından Toubon,  bu yazıda özel statü çerçevesinde Montrö Antlaşmasının feshedilmesi,  ve Boğazların ve Türk sınırlarının Türkiye ve AB'nin ortak denetiminde olması gerektiğini ileri sürüyordu.   Kısacası,  AB'nin üye yapmadığı bir Türkiye'den sağlamakta olduğu ekonomik avantajları sürdürmek,  ayrıca yeni siyasi ve askeri avantajlar da elde edebilmek için yeni bir formüle ihtiyacı vardır;  o da özel statüdür.   AB bir noktadan sonra Türkiye ile “tam üyelik” komedyasını sürdürmeyeceğini bildiği için 17 Aralıkta özel statüyü ileride kullanmak üzere cephaneliğine yerleştirdi.
 
Özel statü tartışmaları birdenbire neden canlandı?
Aslında AB Türkiye ile ilişkilerini bir süre daha üyelik masalı üzerinden sürdürmeye niyetliydi,  çünkü bu sayede Kıbrıs,  Ege,  Ermenistan,  azınlıklar,  Rum Patrikhanesi gibi konularda Türkiye'den taviz koparması çok daha kolaydı.   Ancak AB yöneticilerinin Türkiye'ye yönelik üyelik vaatlerinin kandırmaca olduğunu AB kamuoyu tam olarak kavrayamadığı için AB'nin bu oyunu erken bozuldu.
 
Ekonomisi büyüyemeyen yaşlı Avrupa'daki yoğun işsizlik yüzünden sokaktaki adam AB'nin halkı kendilerinden daha ucuza çalışmaya hazır ülkelere doğru genişlemesine karşı.   Geçen yıl birliğe alınan 10 orta halli ülke bardağı taşıran damla oldu.   72 milyonluk yoksul Türkiye'nin üyeliği  ise işsiz veya sabit gelirli Avrupalı için tam bir kabus.   Tabii söz konusu Türkiye olunca işin içine bin küsur yıllık Türk ve Müslüman antipatisi de giriyor.   İşte Fransa'da sokağın bu tepkisi o kadar güçlendi ki, 29 Mayısta Fransız halkı esas olarak Türkiye korkusuyla AB anayasasına Hayır dedi.   Fransız hükümetinin AB anayasası ile Türkiye'nin üyeliğinin farklı konular olduğunu anlatmaya yönelik çabaları para etmedi.   Kamuoyu tepkisi üzerine  Fransız devleti hem Türkiye'yi üye yapma kandırmacasına devam edip,  hem de Fransız kamuoyunun AB projesine desteğini sürdürmenin mümkün olamayacağına karar verdi ve pes etti.   Şimdi yapılacak iş Türkiye'den daha sınırlı boyutta taviz koparmaya razı olarak  “imtiyazlı ortaklık”,  yani özel statü  adı altında Türkiye'nin denetim altında tutulmasına devam etmekti.    Bu karar üzerine Fransa gayriresmi kanallardan özel statüyü Avrupa'da ve Türkiye'de tartışmaya açtı.
 
İşsizliğin % 12 gibi rekor bir düzeyde seyrettiği,   Türk ve Türkiye karşıtlığının da çok popüler olduğu Almanya'da da benzer kaygıları taşıyan bir kesim var.   Bu kesimin kaygılarını siyaset sahnesinde Hırstiyan Demokratlar (CDU-CSU) temsil ediyor.   CDU lideri ve müstakbel Alman başbakanı Angela Merkel uzun süredir Türkiye'nin AB üyeliğine açıkça karşı çıkan,  bunun yerine özel statü öneren bir politikacı.   Merkel geçen yılın Şubatında Türkiye'ye geldiğinde bu görüşünü burada da açıkça belirtmekten çekinmemişti.   İki hafta önce Almanya'daki iktidar partisi SPD'nin 39 yıllık kalesi Nordrhein-Westfalen'deki yerel seçimi yitirmesi üzerine Başbakan Schröder erken seçime gidileceğini açıkladı. 18 Eylülde yapılması beklenen erken seçimde iktidara CDU-CSU koalisyonunun geleceğine kesin gözüyle bakılıyor.    Erken seçim ilan edilir edilmez, CDU'nun Genel Başkan Merkel,  Genel Başkan Yardımcısı Schaeuble dahil olmak üzere birçok yetkilisi AB'nin Türkiye ile 3 Ekimde başlatacağı müzakerelerde hedefin üyelik değil özel statü olacağını açıkça söylediler.    Böylece Fransa'nın başını çektiği “Türkiye'ye özel statü” cephesine 19 Eylülden itibaren Almanya'nın katılması çok yüksek bir ihtimal haline geldi.   Böylece Brüksel'in planlarına aykırı biçimde,  Fransa'nın anayasa referandumu ve Almanya'daki erken seçim kararı  müzakere sürecinde Türkiye'den daha birçok taviz kopardıktan sonra piyasaya sürülmek üzere bekletilen özel statünün erken doğumuna yol açtı.
 
Bazılarının dediği gibi özel statü Türkiye için bugüne kıyasla avantajlı bir konum mudur?
Gelinen noktada AB üyeliğinin Türkiye'ye sağlayacağı herhangi bir avantaj kalmamıştır ki,  özel statü avantajlı olsun.    Bir kere,  Türkiye gibi sanayileşmesini,  kalkınmasını tamamlamamış,  fakat Yunanistan,  Portekiz gibi küçük ülkelerden farklı olarak,  uzun vadede varlığını sürdürmek için sanayileşmesi şart olan bir ülkenin AB gibi sanayileşmenin zirvesine ulaşmış bir ülkeler topluluğu ile aynı ekonomik birlik içine girmesi baştan yanlıştı.   Çünkü sanayileşmekte olan ülke sanayisi belli bir olgunluğa gelene dek iç pazarını gelişmiş ülkelerin rekabetinden korumak zorundadır.   Bu açıdan Türkiye'nin AB ile gümrük birliğine girmesi,  Türkiye'de sanayileşme sürecinin duraklaması ve mevcut sanayinin AB uydusu haline gelmesi sonucunu vereceği için sakıncalıydı.   Nitekim gerçekleşme aynen böyle oldu;  üstelik bir de Türkiye gümrük birliği öncesine kıyasla daha büyük dış ticaret açıkları vermeye başladı.   Gümrük birliğinin Türk sanayiine yaptığı olumsuz etkilerin üyelik gerçekleşirse AB'nin yapacağı çeşitli mali yardımlarla telafi edilebileceği düşünülebilir.   Fakat AB 17 Aralıkta kalıcı derogasyonlarla bunun da önünü tıkadı.   Brüksel Belgesinde Türkiye'ye serbest dolaşım,  yapısal uyum politikaları ve tarım alanlarında “uzun geçiş dönemleri,  özel düzenlemeler veya kalıcı tedbirler” getirilebileceği hükme bağlandı.   Esasen AB'nin bunların dışında bir üyeye sağlayabileceği ekonomik avantaj da yok.   Bunlar da 17 Aralıkta tam üye olması halinde dahi Türkiye'nin elinden alındı.   Buna karşılık Türkiye'nin sanayileşmesine ve dış dengesine büyük zarar veren gümrük birliği yerli yerinde duruyor.   Demek ki bu saatten sonra Türkiye AB'ye üye olsa dahi bunun ekonomik bilançosu lehte değil aleyhte olacaktır.   Tam üyelik için bunu öngörmüş olan AB’nin özel statü için daha avantajlı bir formül üreteceği düşünülemez.   Dolayısıyla ekonomi cephesinde bugünkü duruma göre daha avantajlı olan konum, 17 Aralıkta bütün ekonomik avantajlarından soyutlanmış bir sözde üyelik ve bundan iyi olması mümkün olmayan bir özel statü değildir.   Bugüne göre daha avantajlı olan konum Türkiye’nin AB’ye üyelik talebinden vazgeçerek gümrük birliğinden çıkması,  böylece sanayileşme politikasını ve dış ticaretini Brüksel’in boyunduruğundan kurtarmasıdır. 
 
Toubon’un yazısından anlaşılacağı üzere,  özel statü ekonomideki mevcut dengesiz ilişkinin sürdürülmesinin yanısıra,   Türkiye’nin dış politika ve milli güvenlik konularında da hükümranlığını AB ile paylaşması,  tek yanlı tavizler vermesi anlamına gelecektir.   Boğazların ve sınırlarının denetimini AB ile paylaşmak gibi hayati tavizler vermek karşılığında Türkiye’nin ne kazanacağı ise hiç belli değildir;  hiç bir şey kazanamayacak olması da en yüksek ihtimaldir.   Sonuç olarak,  üyelik perspektifi bile tek yanlı taviz vermeye dönüştürülmüş olan Türkiye’nin özel statüden kazanacağı bir şey yoktur,  fakat kayıpları çok olacaktır.   Türkiye’nin Brüksel’in sömürgesi olması anlamına gelecek olan özel statü kesinlikle kabul edilmemelidir.   Üyelik perspektifi tıkanan bir Türkiye AB kapısında beklemekten vazgeçtiğini açıklamalı ve gümrük birliğini de askıya almalıdır.   Bunun döviz kuru,  bono piyasası ve borsadaki (zaten ekonominin selameti için sönmesi gereken)  balonları söndürmesi dışında Türk ekonomisine hiç bir olumsuz etkisi olmayacak,  bilakis Türk ekonomisi bu sayede  yeniden gerçek büyüme ve kalkınma rotasına oturacaktır.    AB kapısında dilenmeye son vermek sayesinde AB’nin reform adı altında Türkiye’deki iç barışı bozacak,  ülkenin bağımsızlığını,  devletin üniter ve laik yapısını tehlikeye atacak bitmek bilmeyen siyasi dayatmalarından kurtulmanın da Türkiye’nin selameti açısından son derece hayırlı olacağı açıktır.

HUKUKÎ UYARI: selimsomcag.org sitesinde yer alan bilgi, haber ve yorumlar güvenilir olduğuna inanılan kaynaklardan derlenen veriler ve bunlara dayanan kişisel yorumlardır. Kamuoyunu aydınlatmak amacıyla yayınlanan bu bilgi ve yorumlar hiç bir şekilde tavsiye veya yatırım danışmanlığı niteliği taşımaz. Bu bilgi ve yorumlara istinaden yapılacak işlemler sonucunda doğabilecek zararlardan selimsomcag.org hiç bir şekilde sorumlu tutulamaz.

Copyright © 2014 Selim Somçağ. Her Hakkı Saklıdır.